Antikacı Dükkânı. Чарльз Диккенс
olduğunu anlamama fırsat vermişti.
Uzun kır saçlı, ufak tefek bir adamdı bu. O ışığı başının üstünde tutarken ben de yüzünü, yapısını rahatça görebildim. Yaşla pek çok şey değişmiş olmasına karşın zayıf, narin yapısında çocukta da dikkatimi çeken o çelimsiz hamurun havasını sezinledim. İkisinin de parlak mavi gözlerinin eş olduğu şüphesizdi; yalnız, adamın yüzü öyle kırışıklarla, tasayla doluydu ki ikisi arasındaki benzerlik burada bitiveriyordu.
Adamın rahatça gezindiği yer ise bu şehrin sapa köşelerine sıkışmış eski, merak uyandırıcı eşyanın bulunduğu dükkânlardan biriydi. Küflü hazineler kıskançlık, güvensizlik yüzünden halkın gözünden uzak tutulup saklansın diye bu dükkânlara getiriliyordu. Orada burada zırhlı hortlaklar gibi duran çeşitli kıyafetler vardı; en akla, hayale gelmez yerlerden getirilmiş inanılmaz derecede güzel oymalar, değişik türlerde paslanmış silahlar, çiniden, tahtadan, demirden kırık dökük şekiller, modeli ancak rüyalarda çizilebilecek cinsten halılar, garip eşyalar vardı. Ufak tefek yaşlı adamın bitkin hâli de bulunduğu yerle pek güzel bağdaşmıştı. Adamcağız eski kiliseleri, mezarları, yüzüstü bırakılmış, evleri araştırıp bütün bu kırık dökük şeyleri kendi elleriyle toplamış olabilirdi. Bu koleksiyonda adamla uyuşmayan bir tek şey yoktu; kendisinden daha yaşlı, daha eski görünen bir tek eşya yoktu.
Adam, anahtarı kilidin içinde döndürürken, beni biraz da şaşırarak gözden geçirdi; benden sonra yol arkadaşıma bakarken de şaşkınlığı geçmedi. Kapı açılınca çocuk adama: “Dede” dedi, arkadaşlığımızın hikâyesini anlattı.
Yaşlı adam kızın başını okşayarak:
– Hay Allah! Nasıl oldu da yolunu kaybettin! Ya ben seni kaybetseydim, Nell? dedi.
Çocuk cesaretle:
– Ben sana dönecek yolu bulurdum, dede, dedi.
– Sen hiç korkma.
Yaşlı adam kızı öptü, sonra bana döndü, içeri girmemi rica etti. Kapı kapanmış, kilitlenmişti. Elindeki lambayla önden yürüdü, daha önce dışarıdan gördüğüm evin içinde bana yol gösterdi. Arkada küçük bir oturma odasına girdik. Dolaba benzer bir yere açılan küçük bir kapı daha vardı. Orada öylesine küçük, öylesine zevkle düzeltilmiş bir yatak duruyordu ki, içinde ancak bir peri yatabilirdi. Çocuk lambayı aldı, yaşlı adamla beni yalnız bırakıp, bu küçük odaya girdi.
Adam ateşin yanı başına bir koltuk koyarken:
– Yorulmuşsunuzdur, efendim, dedi.
– Size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum.
– Bir dahaki sefere torununuza daha iyi bakarak, dostum, diye karşılık verdim.
Yaşlı adam tiz bir sesle:
– Daha mı iyi bakarak? diye sordu.
– Nelly’ye mi iyi bakarak? Aman, kim bir çocuğu benim Nell’i sevdiğim kadar sevebilmiştir!
Adam bunu öylesine belirli bir şaşkınlık içinde söylemişti ki ne karşılık vereceğimi bilemedim. Ayrıca, davranışlarındaki dalgınlıktan başka, bende onun başlangıçta düşündüğüm gibi bunak ya da ahmak biri olmadığı inancını uyandıran derin düşünceli yüzü de şaşkınlığımı artırdı.
– Onu düşündüğünüzü pek sanmıyorum, diye söze başladım.
Yaşlı adam sözümü kesip:
– Ben onu düşünmüyorum ha! diye bağırdı.
– Onu düşünmüyorum ha! Ah, siz gerçeği ne kadar az biliyorsunuz! Küçük Nelly, küçük Nelly!
Ne biçim konuşursa konuşsun, herhangi bir kimse için antikacının şu dört kelimeyle ifade ettiği sevgiden daha fazla sevgi ifade etmesi imkânsızdır. Adamın yeniden konuşmaya başlamasını bekledim ama o, çenesini avucuna dayadı, iki, üç defa başını sallayıp gözlerini ateşe dikti.
Biz bu hâlde sessiz sessiz otururken minik odanın kapısı açıldı; çocuk yine bizim odaya geldi. Açık kumral saçları dağınık bir hâlde boynuna dökülmüştü, yüzü de bir an önce bizim yanımıza gelebilme telaşı içinde kızarmıştı. Kızcağız hemen yemek hazırlığına girişti. O bu işle uğraşırken yaşlı adamın da beni öncekinden daha büyük bir dikkatle incelemekte olduğunu fark ettim. Bu süre içinde her şeyi çocuğun yapmasına, evde bizlerden başka kimsenin bulunmamasına şaştım. Bir ara, çocuğun yokluğundan yararlanıp, adama bunu sordum, o da bu soruma yeryüzünde bu küçük kız kadar güvenilir, dikkatli büyük insanın pek az bulunabileceği karşılığını verdi. Adamın bencilliğine hükmettiğim için, duygulanarak: “Çocukların daha bebek sayılacak yaşta hayatın gereklerine uymak zorunda kalmaları beni pek üzer.” dedim. “Bu onların kendilerine Tanrı’nın verdiği iki önemli meziyetlerini –güvenle sadeliklerini– ortadan kaldırır. Bir de bizim eğlencelerimize katılacak duruma gelmeden üzüntülerimizi paylaşmaya zorlar.”
Yaşlı adam bana dikkatle bakarak:
– Onunkileri hiçbir zaman yok etmez, dedi.
– Kaynaklar pek derin. Üstelik, fakir çocukları bir iki eğlenceden başka bir şey de bilmezler. Çocukluğun en ucuz zevkleri bile parayla satın alınmalıdır.
– Bu şekilde konuştuğum için özüm dilerim ama, siz hiç de fakir değilsiniz, dedim.
Yaşlı adam:
O benim kızım değil ki, diye karşılık verdi.
– Annesi kızımdı; o da fakirdi. Gördüğünüz şekilde yaşamama rağmen bir kuruş bile biriktirmiyorum. Yalnız, şu var ki, dedi. Adam elini koluma koydu, fısıldamak için öne eğildi:
– … yakında o da zengin, kibar bir hanımefendi olacak. Onun yardımından yararlanıyorum diye sakın benim hakkımda kötü şeyler düşünmeyin. Gördüğünüz gibi, o bunu seve seve yapıyor. Kendisinin küçük ellerinin yapabileceği işleri başkasına yaptırtmaya kalkışırsam kalbi kırılır.
Birden terslenerek bağırdı:
Çocuğa iyi bakmıyormuşum! Bu çocuğun hayatımın tek düşüncesi, tek gayesi olduğunu Tanrı biliyor. Hoş, yine de beni asla refaha kavuşturmuyor ya, o da başka!
Bu arada konuşmamız yine eski konuya döndü, yaşlı adam sofraya yaklaşmamı işaret ettikten sonra sustu, başka bir şey demedi.
Yemeğimize daha yeni başlamıştık ki benim girdiğim kapı vuruldu. Nell, çocuksu, neşe dolu olduğu için beni pek sevindiren içten gelme bir kahkahayla gülerek:
– Hele şükür, Kit geldi! dedi.
Yaşlı adam kızın saçlarını okşayarak:
– Yaramaz Nell! dedi.
– Hep zavallı Kit’le alay eder!
Çocuk yine öncekinden daha içten gelme bir kahkaha attı, ben de duygulanarak gülümsedim. Ufak tefek yaşlı adam bir mum alıp kapıyı açmaya gitti. Geri döndüğü zaman Kit de ayaklarının dibindeydi.
Kit, ayaklarını sürüye sürüye yürüyen, kabarık saçlı, görülmemiş derecede geniş ağızlı, kıpkırmızı yanaklı, kıvrık burunlu –gerçekten o güne kadar gördüğüm yüzlerin en gülünç görünüşlüsü– acemi tavırlı bir çocuktu. İçeride yabancı birini görür görmez kapının önünde birden durdu. Yusyuvarlak, kenarsız eski bir şapkayı elinde çevirerek, vücudunun ağırlığını kâh bir bacağına, kâh öbür bacağına vererek, boyuna ayak değiştirerek, kapı önünde duruyor, pek şaşılacak bir şekilde odaya kaçamak bakışlar fırlatıyor. O ânda