Küçük Beyaz Kuş. Джеймс Мэтью Барри
diyen çocuk annesinden küçük bir not getirir: “Gelip beni görebilirseniz çok memnun olurum.” Ben de genellikle “Sayın Hanımefendi, davetinizi reddediyorum.” şeklinde bir cevap veririm. Eğer David bana neden reddettiğimi soracak olursa, ona kadını görmek istemediğimi söylerim.
En son geldiğinde, “Bu kez gel baba.” dedi. “Çünkü onun doğum günü ve yirmi altı yaşına girecek.” Bu, David için çok büyük bir yaş ve sanırım annesinin ömrünün azalmış olmasından korkuyor.
“Annen yirmi altı yaşında mı, David?” diye cevapladım onu. “Bence daha yaşlı gösteriyor. Bunu ona söyle.”
O gece, o enfes rüyamı görmüştüm. Rüyamda ben de yirmi altı yaşımdaymışım ki yirmi altı yaşımın üzerinden epey zaman geçti. Trenle evim olan bir yere gidiyorum. Evimin olduğu yere vardığımda henüz sabah olmamış. Trenden indiğimde beni eski sevgilim karşılıyor ve birlikte uzaklaşıyoruz. Ne o beni gördüğü için sevincinden havalara uçuyor ne de ben onu gördüğüme şaşırıyorum. Sanki yıllardır evliymişiz de bir günlüğüne ayrılmışız gibi. Ona taşıması için eşyalarımdan birkaçını verdiğimi düşünmek hoşuma gidiyor.
Acaba bu güzel rüyamı, hayatım boyunca kendisine tek kelime etmediğim David’in annesine söylemeli miyim? Söyleseydim muhtemelen bunun onu üzdüğünü ama aynı zamanda da gururlandırdığını belli etmek için önce başını eğer sonra mertçe kaldırırdı ve bana o saçma küçük cep mendilini vermeye yeltenirdi. Sonra, insaflı olup onu şaşırtacak gerçeği ifşa eder ve rüyalarımda gördüğüm yüzün David’in annesine ait olmadığını söylerdim.
Ortada hiçbir sebep yokken kendisine beslediğiniz ümitsiz sevginin altında ezildiğinizi düşünen güzel bir kadının zulmüne maruz kalmak kısmet oldu mu size de hiç? İşte böyle… Mary A. isimli merhametli ve faziletli kadının nahoş ilgisi birkaç yıldır peşimi bırakmıyor. Sokakta yürürken sırtına yük olduğu kişinin önünde saadet içinde yürümek ayıpmış gibi zavallı aldatılmış ruhu âdeta tüm canlılığını zapt ediyor. Böyle zamanlarda elbisesinden çıkan hışırtılar fısıltıya dönüşerek beni rahatlatıyor ve kolları bende, David gibi küçük bir oğlan çocuğu olma arzusu uyandıran şefkatli kanatları andırıyor. Ancak, yanımdan geçip de tekrar solgun bir meydan okuma ibaresi olarak bana geri döndüğünde farkına varabildiğim ürkek bir sevinç de gözlemlerim onda. “Asla yapmamalısın.” diyen gözler; “Neden yapmıyorsun?” diye soran burun ve “Keşke yapsaydın.” diyen bir ağız… İşte yan yana yürürken Mary A. ile ikimizin tasviri…
Bir kez bana bir şey söylemeye cesaret etmişti. Böylece onunla konuştuğum için David’e böbürlenebilecekti. Kensington Bahçeleri’ndeydim ve tıpkı saati sorup geri dadılarının yanına gidene kadar unutan çocukların edasıyla ona saati söyleyip söyleyemeyeceğimi sormuştu. Ancak ben bunun için bile hazırlıklıydım ve şapkamı kaldırarak uzaktaki bir saati işaret etmiştim. Şaşkına dönebilirdi ama dikkatle kulak kabartıp yürürken onun kahkahasını işittiğimi düşünmüştüm hoşnutsuz bir şekilde.
Gülüşü, kahkahalarını duymak için tüm gün gıdıklayabileceğim David’in gülüşüne çok benziyordu. Sanki gülüşünü özenle David’in içine o yerleştirmiş. David’in varlığını hissettiği andan itibaren, hatta doğa onu rahmine bahşetmeden çok önce, torna tezgâhında işlenen bir çömlek gibi ustaca işlemiş David’i ve ona birçok vasıf yerleştirmiş.
David’in elini bıraktığınız anda yaydan fırlayan bir ok gibi kayboluverir. Gözlerinizi ona kilitlediğiniz anda kuşları düşünmeye başlarsınız. Kensington Bahçeleri’ne geldiğine inanmak çok zordur, çünkü hep oradaymış gibi bir hâli vardır. Sanki ekmek kırıntısı atsam gelip gagalayacak diye düşünürüm. Aslında bu, o değildir; çünkü tüm bunlar bu duruma çok şaşırıyormuş gibi davranan o ürkek bakışlı hanımefendinin marifeti. Bir günde yüzlerce kahraman pozu verdirir çocuğa. Mesela, David perende atarken genellikle bir Yunan Tanrısı pozu verir; çünkü Mary A. öyle istemiştir. Başarabilsin diye de öyle çok acı çeker ki… David ağaca tırmanırken tarifsiz bir kederle arkasında dikildiğini görmüştüm bir keresinde. Tırmanmasına izin vermesi gerekiyordu; çünkü erkekler cesur olmak zorundaydı. Öte yandan, onu tırmanırken izlerken eminim her bir dal çatırtısında yüreği yerinden oynuyordu.
David ona olağanüstü bir hayranlık besliyordu. Ona göre annesi öyle iyiydi ki ne kadar yaramazlık yaparsa yapsın David’i cennete götürebilecek güce sahipti. Öyle olmasa belki de yaramazlık yaparken daha çok kaygı duyardı. Sanırım annesi de bunu fark etmişti. David’in söylediğine göre geçen gün onu zannettiği gibi bir azize olmadığı konusunda uyarmıştı.
“Bence kesinlikle bir azizedir.” dedim.
“Senin düşündüğün gibi bir azize mi, peki?” diye sordu.
“Öyle bir azize değilse de Tanrı yardımcısı olsun.” dedim.
Şayet gerçekten birer azize değillerse, Tanrı bütün annelerin yardımcısı olsun. Zira her annenin küçük çocuklarının önünde azizelik örtüsünün sıyrıldığı o tuhaf kısacık zaman geldiğinde, çocukları bunu kesinlikle anlar. O korkunç zaman dilimi akreple yelkovanın altıyla yedi arasında birbirini kovaladığı zamana denk düşer, çünkü çocuklar uykuya daldıktan sonra annelerinin azize olup olmaması da önemini kaybeder. Çocuğunuz artık gecenin sükûnetine teslimdir ve annesine diktiği o kocaman gizemli gözleriyle sessizce yatağından sizi izler. O bakışlar gününüzü özetler. Ne birlikte olduğunuz anlar ne de ayrı geçirdiğiniz oyun saatleri her şeyin açığa çıktığı bu anda artık hiçbir şey sizi kurtaramaz. Bu çocuğunuzun saatidir ve onun önünde yargılanma vaktiniz gelmiştir.
“Bugün iyi bir anne oldum mu, oğlum?” Bu soruyla baş başa kalmışsınızdır ve ondan hiçbir şeyi saklayamazsınız; her şeyin farkındadır. Sesleriniz yer değiştirmiştir şimdi. Nasıl da sizin sesiniz çocuğunuz sesi oluverir; hem de daha titrek ve her ikinizin sesi de öylesine vakur…
“Elma konusunda bana birazcık haksızlık ettin, öyle değil mi anne?”
Siz, hanımefendi, orada öylece durun ve yatağın ucunda oturmuş ellerinizi kavuşturarak cevap verin.
“Evet, oğlum, biraz haksızlık ettim. Düşünmüştüm ki…”
Ne var ki ne düşünmüş olduğunuzun verilecek karara bir faydası yok artık.
“Peki, anne, saat altıya kadar dışarıda kalabileceğimi söyleyip saat tam altı olmadığı hâlde bana altı olduğunu söylemen adil miydi?”
“Hayır, hiç de adil değildi. Düşünmüştüm ki…”
“Saatin tam altı olduğunu söyleyen ben olsaydım bu bir yalan olmayacak mıydı?”
“Ah oğlum! Bir daha asla sana yalan söylemeyeceğim.”
“Evet, anne bir daha söyleme.”
“Oğlum, bütün günü düşününce iyi bir anne miydim?”
Farz edin ki “evet” diyemedi.
Bunlar söyleyebileceğiniz en küçük kabahatler. O hâlde oğlunuza sahip olduğunuzda yaptığınız anlaşmaya ters düşmek de bu kadar küçücük bir şey mi? Bu uyku saatinden kaçan anneler de var, fakat bu onları kurtaramayacak. Peki, kadınların çoğunun saat altıyla yedi arasında yüzleşeceği düşüncelerden korkması niyedir? Bunu senin için sormuyorum Mary. İnanıyorum ki David’in kapısını yavaşça kapatırken gözlerinde beliren kıvanç pırıltısı ve küçük çocukların ellerini açtıkları Tanrı’nın yüzünün annelerininkine çok benzediğini bilmenin haşmetini hayal edebiliyorum.
Bu noktada David’in dua konusunda çok güçlü bir inanca sahip olduğunu da söylemeliyim. İlk kavgasını da atlama konusunda kendisine meydan okuyup sonra da kazanabilmek için Tanrı’ya dua eden bir çocukla yapmıştı, çünkü David’e göre bu haksız bir avantaj elde etmek demekti.
“Demek, Mary yirmi altı yaşında!” dedim David’e. “Yaşı ilerliyor. Ona de ki, elli iki yaşına geldiğinde onu öpmeye geleceğim.”
Sanırım David bunu annesine söylemiş ve anladığım kadarıyla annesi de kızmış gibi yapmış. Artık sokakta yanından geçerken suratını asıyor. Açıkça buluşmamız için hazırlanıyor, bence. Öğrendiğime göre bir de demiş ki elli iki yaşına geldiğinde onu pek aklıma getirmeyebilirmişim. Yani o zaman eskisi kadar güzel olmayacağını ima ediyor. Cinsellikle güzelliğin bir alakası yoktur ki. Ateşli yaşlı bir kadın