Benjamin Button’ın Tuhaf Hikâyesi. Фрэнсис Скотт Фицджеральд
d, 24 Eylül 1896 yılında St. Paul, Minnesota, Amerika’da dünyaya gelmiştir. Yirminci yüzyılın en büyük Amerikalı yazarlarından biri olarak kabul edilmektedir. 1890’larda doğmuş olan ve Birinci Dünya Savaşı sırasında yetişen neslini “Kayıp Kuşak” olarak tanımlamaktadır. Princeton Üniversitesinde öğrenimini tamamlayan F. Scott Fitzgerald, Birinci Dünya Savaşı’na katılmış ve savaş sonunda gazetecilik yapmaya başlamıştır. Onu diğer yazarlardan ayıran özelliği ise kendi içindeki iki karşıt görüşü aynı anda barındırabilmesi olmuştur.
F. Scott Fitzgerald, 1920 yılında Cennetin Bu Yanı adlı romanı ile adını duyurmayı başarmıştır. Romanları ile kazancı artmaya başlayan yazar, eğlence hayatına kendisini kaptırması ile sağlığını bozmuştur. Zaman içerisinde şöhretini kaybeden F. Scott Fitzgerald, ruhsal bunalım içinde 21 Aralık 1940 yılında Hollywood’da hayatını kaybetmiştir.
Asude Akman, 1996 yılında Şanlıurfa’da doğdu. Lise eğitimini Tevfik İleri Anadolu İmam Hatip Lisesinde tamamladı. 2019 yılında Mamak Belediyesinin Yazarlık Kursunda Öykü Yazarlığı eğitimi aldı. 2020 yılında Atılım Üniversitesinin İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu.
1
1860 yılı gibi eski bir tarihte, evde doğmak olağan bir şeydi. Bana anlatıldığına göre, günümüzde tıbbın yüce tanrıları bebeğin ilk çığlıklarının hastanenin, tercihen son moda bir hastanenin narkozlu havasında olması gerektiğine karar vermişler. Yani genç Bay ve Bayan Roger Button 1860 yazının bir gününde, ilk çocuklarının hastanede doğması gerektiğine karar verdiklerinde o dönemin modasının elli yıl ilerisindelerdi. Bu tarih yanılgısının az sonra anlatacağım şaşırtıcı hikâyeyle alakası olup olmadığı ise hiçbir zaman bilinmeyecek.
Ben sadece neler olduğunu anlatacağım, karar vermek size kalmış.
Bay ve Bayan Roger Button, İç Savaş öncesi Baltimore’unda imrenilecek bir sosyal ve ekonomik konuma sahiplerdi. Her Güneylinin bildiği önemli ailelerden şunlarla ya da bunlarla akraba olmaları onların Konfederasyon’un büyük bir kısmını oluşturan asil ailelerin arasında bir üye sayılmalarını sağlıyordu. Bebek sahibi olmak denilen o sevimli, eski geleneğe dair ilk deneyimleriydi, dolayısıyla Bay Button gergindi. Bebeğin erkek olmasını umuyordu, böylece onu dört yıl boyunca “Manşet” lakabıyla tanındığı Connecticut’taki Yale Üniversitesine gönderebilecekti.
Bu büyük, kutsal olayın olduğu eylül sabahında Bay Button, saat altıda gergin bir şekilde uyanıp giyindi ve atkısını kusursuz görünecek bir biçime getirdi. Hızla Baltimore sokaklarında ilerleyip gecenin karanlığının göğsünde yeni bir hayat taşıyıp taşımadığını görmek için hastaneye doğru ilerledi.
Maryland Bayanlar ve Baylar Özel Hastanesinden yaklaşık yüz metre uzaklıktayken aile doktorları olan Doktor Keene’i gördü. O sırada hastanenin merdivenlerinden inerken yazılmamış bir etik kuralına göre her doktorun yapması gerektiği gibi ellerini yıkarmış gibi birbirine sürtüyordu.
Roger Button ve Ortakları Toptan Hırdavatçının sahibi Roger Button, o görkemli dönemde yaşayan Güneyli bir beyefendinin asaletine yakışmayacak bir şekilde doktorun peşinden koşmaya başladı ve “Doktor Keene! Hey, Doktor Keene!” diye seslendi.
Doktor onu duydu ve etrafına bakıp beklemeye başladı. Bay Button yaklaştıkça sert, tedavi edici yüzüne değişik bir ifade oturuyordu. “Ne oldu?” diye sordu nefes nefese yaklaşan Bay Button. “Nasıldı? Eşim nasıl? Erkek mi? Hangisi? Ne…”
“Kendinize gelin!” dedi Doktor Keene sertçe, rahatsız olmuşa benziyordu.
“Çocuk doğdu mu?” diye yalvarır şekilde sordu Bay Button.
Doktor Keene kaşlarını çattı. “Evet, tabii, yani öyle sanıyorum… Yarım yamalak denebilir.” Bay Button’a tekrardan değişik bir bakış attı.
“Karım iyi mi?”
“Evet.”
“Peki, kız mı erkek mi?”
“Şimdi bana bakın!” diye tutkulu bir öfkeyle bağırdı Doktor Keene, “Gidip sizin görmenizi isteyeceğim. Rezalet!” Son kelimeyi sanki bir heceymiş gibi söylemişti, sonra yüzünü çevirip mırıldanmaya devam etti: “Böyle bir olay mesleki itibarıma yardımcı olabilir mi? Anca itibarımı yerle bir eder! Kim olsa itibarı yerle bir olur.”
Bay Button dehşete düşmüş bir şekilde “Sorun nedir?” diye sordu. “Yoksa üçüz mü?”
“Hayır, üçüz değil!” diye keskin bir şekilde cevapladı Doktor. “Daha ne, gidip kendiniz görebilirsiniz. Ve başka bir doktor bulun. Sizi bu dünyaya ben getirdim genç adam ve kırk yıldır ailenizin doktoruyum ama artık sizinle işim bitti. Sizi de akrabalarınızdan herhangi birini de bir daha görmek istemiyorum! Hoşça kalın!”
Sonra tek kelime daha etmeden hızla dönüp kaldırımın kenarında bekleyen faytonuna tırmandı ve ciddiyetle uzaklaştı.
Bay Button sersemlemiş bir şekilde bütün vücudu titreyerek kaldırımda durdu. Hangi dehşet verici felaket başına gelmişti? Birden Maryland Bayanlar ve Baylar Özel Hastanesine girme isteğini bütünüyle yitirdi. Bir an sonra kendini merdivenleri tırmanmaya zorlaması ve ön kapıdan içeri girmesi çok güç olmuştu.
Koridorun donuk ve kasvetli havasında bir hemşire masanın arkasında oturuyordu. Bay Button utancını yutarak ona doğru yaklaştı.
“Günaydın.” dedi hemşire ona bakıp hoş bir şekilde.
“Günaydın. Ben… Ben Bay Button’ım.”
Bununla birlikte kızın yüzünde ani bir dehşet ifadesi oluştu. Ayağa kalktı ve sanki koridordan uçarak kaybolacakmış gibi göründü. Gitmemek için kendisine zorla hâkim olduğu çok açıktı.
“Çocuğumu görmek istiyorum.” dedi Bay Button.
Hemşire ufak bir çığlık attı. “Ah… Tabii ki!” diye histerik bir şekilde bağırdı. “Yukarıda. Hemen yukarıda. Yukarıya gidin!”
Hemşire gideceği yönü gösterdi ve Bay Button soğuk soğuk terleyip titreyerek oraya doğru döndü. İkinci kata çıkmak için merdivenleri tırmanmaya başladı. Yukarı koridorda, elinde metal bir tasla ona doğru yaklaşan başka bir hemşireye seslendi. Kelimeleri zorla bir araya getirerek “Ben Bay Button’ım.” dedi. “Çocuğumu görmek…”
Klink! Metal tas hemşirenin elinden yere düşüp merdivenlere doğru yuvarlandı. Klink! Klink! Bu beyefendinin uyandırdığı dehşet havasına uygun bir şekilde düzenli bir iniş yaptı.
“Çocuğumu görmek istiyorum!” diye neredeyse feryat etti Bay Button. Yere yığılmak üzereydi.
Klink! Metal tas ilk kata ulaşmıştı. Hemşire kontrolünü tekrar eline aldı ve Bay Button’a içten bir tiksintiyle baktı.
“Tamam öyleyse, Bay Button.” dedi kısık bir sesle. “Pekâlâ! Ama bu sabah bizi içine soktuğu durumu bilseydiniz! Kesinlikle rezalet! Hastane bir daha bir itibarının olmasını hayal bile edemeyecek…”
“Acele edin!” diye boğuk bir sesle haykırdı Bay Button. “Daha fazla dayanamıyorum!”
“Bu yönden gelin öyleyse, Bay Button.”
Bay Button hemşirenin arkasından kendini zorla sürükledi. Koridorun sonunda çeşitli feryatların olduğu ve sonradan “ağlama odası” ismi ile anılacak bir odaya vardılar. İçeri girdiler. Duvarların kenarlarına düzülmüş yarım düzine beyaz, sallanan beşiklerin her birinin başında bir etiket takılıydı.
Zorlukla soluyan Bay Button, “Pekâlâ, hangisi benim?” dedi.
“Orada!” dedi hemşire.
Bay Button’ın gözleri hemşirenin işaret ettiği yere döndü ve gördükleri şunlardı. Büyük, beyaz bir battaniyeye sarılı ve bir beşiğin içine tıka basa sıkıştırılmış, yetmiş yaşlarında gibi görünen yaşlı bir adam oturuyordu. Seyrek saçları neredeyse beyazdı ve çenesinden kül rengi bir sakal sarkıyordu. Pencereden gelen rüzgâr saçma bir şekilde sakalını öne arkaya sallıyordu. Karışık bir soruyu çözmeye çalışan sönük ve solgun gözleriyle Bay Button’a baktı.
“Ben delirdim mi?” diye gürledi Bay Button, dehşeti öfkeye dönüşmüştü. “Bu korkunç, bir çeşit hastane şakası