Kerem Gibi. Anar
yüzünü görüp büyük bir hayal kırıklığına uğradığını; onun büyük pişmanlığını; olduğu gibi, gördüğüm, bildiğim gibi anlatmaya çalışıyorum…”
Muhtevası itibarıyla Nazım Hikmet hakkında yazılan kitaplardan farklı olan bu kitap Nazım Hikmet’e Türk vatandaşlığının iade edildiği bu günlerde, mutlaka bir takım yeni tartışmaları da başlatacaktır. Bu açıdan yazarın Nazım Hikmet ile ilgili gözlemleri, izlenimleri, tanık olduğu olaylar sohbetler ve buradan hareketle getirdiği yorumlar da belki bu tartışmaların odağında olacaktır.
Nazım Hikmet’in bir bütün olarak hayatı yanında, özellikle onun Türkiye’den kaçıp “Rüyalarının Memleketi” olan Sovyetler Birliği’ne sığınmasından sonra yaşadığı olayları, hayal kırıklıklarını, büyük pişmanlığını, yanılgılarını da anlatan bu eserin ekler bölümünde; Nazım Hikmet’in Sovyetler Birliği’nde yayımlanan ve bu güne kadar gün yüzüne çıkmamış bazı yazılarını ve makaleleri ile Azerbaycanlı şairlerin ona atfettikleri şiirleri de bulacaksınız.
Titiz bir çalışma ile Türkiye Türkçesine aktardığımız bu eserin beğeniyle okunacağını umuyorum. Bu kitabın Türkiye Türkçesine uygunlaştırılmasında yardımlarından dolayı Avrasya Yazarlar Birliği Başkanı Yakup ÖMEROĞLU’na, Kardeş Kalemler Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Ali AKBAŞ’a, Uluslararası Türk Lehçeleri Arasındaki Aktarma Problemleri Sempozyumunda birlikte olduğumuz ve birlikte çalışma imkanı da bulduğum Üstat ANAR’a, yardım ve desteklerinden dolayı Ömer Küçükmehmetoğlu, Kadir Barış, İlgar Fehmi ve Canan Avşar’a teşekkürü borç bilirim..
GİRİŞ: ŞAİR VE İSYANKÂR NAZIM’A ÖVGÜ
Nazım Hikmet’i ilk kez 1957 yılında, Bakü’de, üniversitede gördüm. Daha sonra kendi evimizde (babam Resul Rıza’nın evinde), Cafer Cabbarlı’nın mezarı başında ve bu dram yazarının şimdi müze olan evinde…
Nazım Hikmet, 1957 yılından sonra da Bakü’ye her gelişinde bizde misafir olurdu. Bizim Moskova’ya yolumuz düştüğünde ise ya Nazım’ın Moskova’daki evinde ya da bağ evinde mutlaka görüşürdük. Bazen de Nazım Hikmet, Ekber Babayev ile birlikte bizim kaldığımız otele, odamıza gelirdi. Ben, 1962 yılında, Moskova’da Yüksek Senaryo Kursunda okurken, ara sıra Nazım Hikmet’e telefon ederdim. Onunla birçok kez de telefonla görüşmüştük. Son telefon görüşmemiz, ölümünden birkaç gün önceydi.
Hatırladığım bütün bu görüşmeleri, hafızama kazınmış sohbetleri, kitabın ilerleyen sayfalarında ayrıntılarıyla anlatacağım, ama bu kitabı yazmamın tek nedeni, sadece büyük bir şairle şahsi görüşmelerin bende yarattığı etkiyi; o büyük şairin hâlâ hafızamda yaşayan sözlerini; onun eşsiz bir cazibe ile okuduğu şiirlerin hâlâ kulaklarımda çınlayan ahengini yeniden canlandırmak değildir. Bana göre Nazım Hikmet, XX. yüzyılın ve belki de gelecek yüzyılların en büyük şairlerinden biridir. Bununla birlikte, Nazım Hikmet, geçen asrın birçok önemli problemlerini sanatına ve mücadelesine, dünya görüşüne, eylemlerine, tereddütlerine, hatalarına, kusurlarına, yenilmezliğine, eğilmezliğine, -her neye ise- asla göz yummayışına; özetle karmaşık, çelişkili, dramatik, çoğu zaman da facialarla dolu kaderine aksettirmiş çok önemli ve büyük bir şahsiyettir. O, aynı zamanda XX. yüzyılın sembol şahsiyetlerinden biridir; çünkü Nazım Hikmet, asla kendi hayat çizgisi ve sanatı çerçevesinde kalmamıştır. O, XX. yüzyılda dünyada, “İlerici Sanatın” yaratıcılarından biri olarak, bu sanat anlayışının izlediği cefalı, azap ve çilelerle dolu, keşmekeş, umutlar ve aldanışlarla, geleceğe inanç ve hayal kırıklıklarıyla nitelenebilecek bir yolun yolcusu olarak da çok şeyin sembolüdür. Nazım Hikmet, yenilmez yeniliğin, inanç uğrunda fedakârlığın, değişik yönetim biçimlerinde kabul etmediklerine karşı direnmenin ve uzlaşmazlığın; büyük inançların, büyük hasretin, büyük aşkların ve en büyük yalnızlığın da sembolüdür. Nazım’ın talihi, dünyadaki sağ ve sol ideolojilerin asla uzlaşmaz mücadeleleri ile dünya siyasetinin birçok ciddi meselelerine sıkı sıkıya bağlıdır. Nazım hakkında -onun hayatı ve sanatı hakkında- düşünmek, XX. yüzyılın esas problemleri ve kavgaları hakkında da düşünmek demektir. Nazım, aynı zamanda geçen asrın meselelerinin, tarafsız, barışçıl, adaletli ve insaflı bir şekilde çözülmesi için hayatı ve sanatıyla emsalsiz mücadeleler veren bir insandır.
Nazım Hikmet, gerçekten de son derece meşakkatli, azap ve eziyetlerle dolu bir hayat yaşadı, ama yine de onun “Dünyaya geldiğim için çok mutluyum” demeye hakkı vardı. Çünkü o, yeryüzündeki en şerefli payelerden birine sahipti. O, şairdi, anadan doğma şair… Bana göre, Nazım şair olmasaydı başka hiçbir şey de olamazdı. Ömrünü siyasete feda etmişse de, sonuçta bir sanatçıydı ve bir sanatçı da asla siyasetçi olamazdı. Çünkü sanat samimiyet ister, siyasette samimiyet ise ölümdür. Siyaset tavizsiz olmaz, oysa gerçek sanatta tavize yer yoktur.
Bana göre Nazım’ı tek başına “siyasi bir sanatçı,” “devrimci bir sanatçı” olarak görmek ne yazık ki mümkün değildir. O sanatıyla değil yaratılışıyla, haysiyetiyle, ruhuyla bir “isyancı” idi. Doğuştan isyancı olmak ise devrimci bir sanatçı olmak anlamına gelmez. Her isyancı şair olmadığı gibi, her şair de isyancı değildir. Nazım Hikmet, doğuştan getirdiği emsalsiz yeteneği ile şair; çılgın, uzlaşmaz tabiatıyla da baş eğmeyen bir isyancıydı. O, tepeden tırnağa şair olduğu için elbette ilk isyanı da edebi isyandı. Onun bu isyanı, kalıplaşmış edebi anlayışlara, sorgulanamaz edebi otoritelere, tenkit edilemez, kanunlaşmış edebi zevklere karşı bir isyan, “edebi putları kırma isyanı” idi.
İsyancı şairlerin çok sonraları kabul edilen ve yayılan şöhretlerini görüp onların çizgisini takip eden yeni edebi nesillerin bazı temsilcileri, meselenin yalnız bir tarafını idrak ederler. Bu, ancak ve ancak seleflerine karşı çıkmak, sadece “putları kırmak”tır… Onlar, şunu unuturlar ki, gerçek büyük sanatçılar putları yıkmakla kalmaz, yıktığının yerine yenisini, daha yücesini kurar, daha yükseğini diker. Yeni hiçbir şey kurmaya, yeni hiçbir şey dikmeye kadir olamayanlar ise eskiyi yıkmayı da beceremezler.
Nazım Hikmet’in eski edebiyatı, eski edebiyatın ruhunu ve şeklini kabul etmemesi, eski şiirin içerik ve biçimine itirazı, eğer onun yarattığı yeni içeriğe ve yeni biçime dayanmasaydı, yeni bir ruh meydana getirmeseydi; söz sanatında yeni bir sayfa açması da mümkün olmazdı.
Nazım’ın ikici isyanı, milli gururun isyanıydı. İlk gençlik yıllarında, “Kırk Harami”nin esareti altında olan -doğduğu şehri-İstanbul’u, İtilaf Devletleri’nin işgali altında görmek, onun kalbine, Batı emperyalizmine karşı öyle bir intikam ve hiddet tohumları serpmişti ki, yüreğindeki emperyalizmle mücadele ateşi ömrünün sonuna kadar sönmedi. Yüreğindeki bu alevin ışığında, Kuvva-yi Milliye’yi öven şiirler yazdı. Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğindeki Kurtuluş Savaşı’nı terennüm eden mükemmel edebi eserler ortaya koydu. İstanbul’dan –“Sesini kaybeden şehirden”– Ankara’ya, Büyük Gazi’nin yanına gider, onunla birlikte, onun saflarında savaşmak için.
Bana göre hiçbir şair, Atatürk’ün yaptıklarına Nazım Hikmet kadar yakın durmamıştır. Atatürk’ün memlekette, tarihte, toplumda yaptığı işi; Türkiye’yi çağdaşlaştırmak, dünyaya açmak ve dünyayı Türkiye’ye açmak, ortaçağ hurafelerini, cehalet mihraklarını dağıtmak, yerine yenisini, çağdaşını, dünya ile rekabet edecek olanını kurmak işini, Nazım Hikmet de şiirde ve sanatta yaptı.
Türkiye’nin bir başka ünlü yazarı Yaşar Kemal, Nazım Hikmet’e ithaf ettiği