Mrs. Dalloway. Вирджиния Вулф
(Evlilikten hep bir felaketmiş gibi söz ederlerdi.) kaynaklanıyordu bu şövalyelik, Sally’den çok kendinde olan bu koruma duygusu. Zira o günlerde hepten pervasızdı Sally; en saçma sapan şeyleri bile sırf meydan okumak uğruna yapardı; terastaki korkuluğun üzerinde bisiklet sürer, puro içerdi. Tuhaftı Sally -çok tuhaftı. Ama dayanılmaz bir çekiciliği vardı -en azından Clarissa’ya göre, öyle ki çatı katındaki yatak odasında, elinde sıcak su torbası “O, bu çatının altında… O, bu çatının altında!” diye bağırdığını anımsayabiliyordu.
Yo, bu kelimelerin hiçbir anlamı yoktu artık onun için. O eski hissin bir yansımasını bile hissedemiyordu. Ama heyecandan buz kesildiğini ve saçlarını kendinden geçerek yaptığını (eski hisleri geri gelmeye başlamıştı şimdi, tokalarını çıkarıp tuvalet masasının üzerine bırakırken, saçlarını yaparken), akşamın pembe ışığında bir aşağı bir yukarı uçan ekin kargalarını, giyinip aşağı inişini, holden geçerken “Şu anda ölmek, en büyük mutluluk olurdu.” deyişini hatırlıyordu. Hissettiği buydu -tıpkı Othello’nun hissettiği gibi, tıpkı Shakespeare’in Othello’ya hissettirmek istediği kadar güçlü, kendi de öyle hissediyordu, emindi fakat bütün bunların sebebi neydi? Sırf Sally Seton’la buluşmak için üstünde beyaz bir elbisesiyle yemeğe iniyor olmasıydı!
Pembe tüller içindeydi Sally -inanılmazdı! Her nasılsa, ışıl ışıl, parlak, bir böğürtlen çalısına bir anlığına takılıvermiş bir kuş veya uçan bir balon gibi görünüyordu. Ama insan âşık olunca (aşk değilse neydi bu?) başkalarının kayıtsızlığı kadar garip bir şey yoktur. Helena hala yemekten sonra bir kenara çekilirdi; babası gazete okurdu. Peter Walsh da orada olurdu bazen; ihtiyar Miss Cummings; Joseph Breitkopf ise kesin orada olurdu zira her yaz gelirdi, zavallı ihtiyar adam, haftalarca kalır, kendisine Almanca okutmaya çalışır gibi yapardı ama aslında piyano çalar ve sesi olmasa da Brahms söylerdi.
Bütün bunlar Sally için arka planda kalıyordu. Şöminenin başında durup o her şeyi yumuşak bir dokunuş gibi addettiren güzel sesiyle konuşurdu, babası bile istemediği hâlde ona kapılmaya başlamıştı (Ona kitaplarından birini verişini ve sonrasında terasta sırılsıklam buluşunu hiç unutmamıştı.), sonra aniden “İçeriye tıkılıp kalmak ne ayıp!” derdi ve herkes dışarı çıkar, gezinmeye başlarlardı. Peter Walsh ve Joseph Breitkopf, Wagner üstüne konuşurlardı. Clarissa ve Sally arkada kalırlardı. İçinde çiçekler olan taş bir çanağın yanından geçerlerken hayatının en güzel anını yaşamıştı. Sally durup bir çiçek koparmış; onu dudaklarından öpmüştü. Bütün dünyası tepetaklak olmuştu sanki! Diğerleri kaybolmuştu; Sally ile baş başaydı. Kendisine bir hediye verilmiş gibi hissetti, paketlenmiş, sadece saklaması söylenmişti, bakmamalıydı -bir elmas, paha biçilmez bir şey, paketlenmiş, yürürlerken (bir aşağı bir yukarı, bir aşağı bir yukarı) açmıştı onu veya o ışığı delip geçmişti, o aydınlanma, o dinsel his! O sırada ihtiyar Joseph ve Peter çıkmıştı karşılarına.
“Yıldızlara mı bakıyorsunuz?” dedi Peter.
Karanlıkta koşarken yüzünü mermer bir duvara çarpmak gibiydi! Korkunçtu, dehşet vericiydi!
Kendisi için değil. Yalnızca Sally’nin nasıl ezildiğini, nasıl kötü muamele gördüğünü hissediyordu; Peter’ın düşmanlığı hissediyordu; kıskançlığını; arkadaşlıklarını bozmaya kararlı olduğunu. Bütün bunları birinin şimşeğin ışığında aydınlanan manzarayı bir anlığına gördüğü gibi gördü -ve Sally (Hiç bu kadar hayranlık duymamıştı ona!) cesurca davranmış, yenilmemişti. Gülmüştü. İhtiyar Joseph’a bütün yıldızların isimlerini söyletmişti, ki Joseph da bu işi ciddiye alarak yapmayı severdi. Durmuştu orada: dinlemişti. Yıldızların isimlerini dinlemişti.
Ah, bu korku! dedi kendi kendine, sanki başından beri bir şeyin bu anı böleceğini, bu mutluluk anını acılaştıracağını biliyor gibi…
Yine de sonrasında, Peter Walsh’a ne kadar şey borçluydu. Onu düşündüğünde nedense hep tartışmaları gelirdi aklına -çünkü onun kendisi hakkında güzel şeyler düşünmesini çok istiyordu muhtemelen. Ona borçlu olduğu kelimeler vardı: “Duygusal”, “uygar” gibi; hayatının her günü Peter’ın kanatları altında korunaklı başlıyordu. Bir kitap duygusaldı; hayata karşı bir tavır duygusaldı. Geçmişi düşündüğü için Clarissa “duygusal”dı belki de. Geri döndüğünde ne düşünecek acaba diye merak etti Clarissa.
Kendisinin yaşlandığını mı? Bunu söyler miydi Peter, yoksa kendisinin yaşlandığını düşünürken mi görecekti onu? Doğruydu. Hastalığından beri teninin rengi neredeyse solmuştu.
Yaka iğnesini masaya koyarken ani bir kasılma geldi; sanki düşünürken buzdan pençeler içine saplanma fırsatı bulmuşlardı. Henüz ihtiyar sayılmazdı. Daha yeni basmıştı elli iki yaşına. Dokunulmamış pek çok ay vardı önünde. Haziran, temmuz, ağustos! Her biri neredeyse bir bütün hâlinde duruyordu, âdeta düşen damlayı yakalayıp, anın tam yüreğine sapladı, kazığa oturttu -bütün diğer sabahların baskısını taşıyan bu haziran sabahındaki anı; aynayı, tuvalet masasını ve bütün şişeleri yeniden görüyordu sanki, bütün benliğini bir noktada toplayarak (aynaya bakarken), o gece bir parti verecek olan kadının zarif, pembe yüzünü gördü; Clarissa Dalloway’in yüzünü; kendi yüzünü.
Kaç milyon kere bakmıştı yüzüne ve hep aynı belli belirsiz kasılmayla! Aynaya baktığında dudaklarını bükerdi. Yüzünü sivri göstermek için. Böyle biriydi çünkü -sivri; ok gibi; keskin. Bir çabayla, onu kendisi olmaya çağıran bir davetle, parçalar birleştiğinde böyle biri oluyordu, ne kadar farklı ne kadar benzersiz ve serinkanlı biri olduğunu yalnızca kendisi biliyordu; dünyayı; bir merkezde, bir elmasta, salonda oturan, kuşkusuz donuk hayatlara ışık saçan bir buluşma noktası, yalnızların geldiği bir sığınak yaratan bir kadında topluyordu; gençlere yardım ederdi, ona minnettar kalırlardı; hep aynı olmaya çalışırdı, başka yanlarını hiç göstermemişti -kusurlarını, kıskançlıklarını, kibrini, kuşkularını, Leydi Bruton’ın kendisini öğle yemeğine davet etmeyişinde olduğu gibi mesela; ki ne adilik, diye düşündü (en son saçını tararken)! Şimdi, elbisesi neredeydi acaba?
Gece elbiseleri dolapta asılıydı. Clarissa, elini yumuşaklığa usulca daldırıp yeşil elbisesini pencereye götürdü. Yırtılmıştı. Biri eteğine basmıştı. Elçilikteki partide belindeki kıvrımların arasında bir yerin yırtıldığını hissetmişti. Yapay ışıkta pırıl pırıl parlıyordu yeşil renk ama şimdi, güneş ışığında rengini yitirmişti. Tamir edecekti. Hizmetçilerin yapacak çok işi vardı zaten. Bu gece bunu giyecekti. İbrişimlerini, makaslarını, şeyini -neydi adı- yüksüğünü tabii, alıp salona inecekti, zira aynı zamanda da yazması gerekiyordu, her şeyin yolunda olup olmadığını görmek için.
Tuhaf diye düşündü sahanlıkta duraksayarak, o elmasa, o benzersiz olma niteliğine bürünerek, tuhaftı evin sahibesinin, evin her anını, her huyunu biliyor oluşu! Merdiven boşluğundan yukarı doğru hafif sesler döne döne yükseldi; paspastan çıkan ses; tıkırtılar; kapının vuruluşu; ön kapı açılırkenki gürültü; bodrumda bir buyruğu tekrarlayan bir ses; tepsideki gümüşlerin şıngırtısı; parti için temizlenen gümüşler. Her şey parti içindi.
(Ve Lucy, elinde tepsiyle salona girip şöminenin üstüne dev şamdanları koydu, gümüş kutuyu ortaya, kristal yunusu saate doğru çevirdi. Geleceklerdi, burada duracaklardı; kendisinin de taklit edebildiği çıtkırıldım sesleriyle konuşacaklardı, hanımefendi ve beyefendiler. Hepsinin içinde kendi hanımı en güzelleriydi -gümüşlerin, ketenlerin, porselenlerin hanımı; çünkü güneş, gümüşler, menteşelerinden çıkarılmış kapılar; Rumpelmayer’ın adamları Lucy’ye