Bir Delikanlının Hikâyesi. Гюстав Флобер

Bir Delikanlının Hikâyesi - Гюстав Флобер


Скачать книгу
yosmadır, temizceciktir, ağır da değildir. Cebine koyup yolculukta da yanında götürebilirsin! Noterler böylesini yirmi bin franga satın alırlar, ama içinde beş paralık fikir yoktur, oysa fikir olmayınca büyüklük olmaz; büyük olmayan güzel, güzel değildir. Olimpos bir dağdır, ehramlar her zaman en başı dik anıt olarak kalacaktır. Bolluk ve taşkınlık zevkten, çöl bir yaya kaldırımından, bir vahşi bir berberden daha değerlidir.”

      Frédéric bu sözleri dinlerken bir yandan da Madam Arnoux’ya bakıyordu. Bu sözler ruhuna büyük bir fırının içine düşen maden parçaları gibi dökülüyordu, ihtirasını arttırıyor, aşkı yaratıyordu.

      Onunla aynı sırada oturuyordu, aralarında üç kişi vardı. Madam Arnoux, ara sıra, küçük kızına birkaç söz söylemek için biraz eğiliyordu. O zaman gülümsediğinden yanağında beliren bir gamze yüzüne daha tatlı bir iyilik edası veriyordu.

      İçki içildiği sırada, Madam Arnoux kalkıp gitti. Konuşmalar daha serbest hâle geldi. Bay Arnoux kendini gösterdi. Frédéric bu adamların hayâsızlığı karşısında şaşırıp kaldı. Böyle olmakla beraber, bunların kadın endişeleri kendisiyle onlar arasında, onca, kendi gözünde kendisini yükselten eşitlik gibi bir şey yaratmıştı.

      Salona dönülünce kendini toparlamak için masanın üstündeki albümlerden birini aldı. Zamanın büyük sanatçıları bunu desenleriyle süslemişler, içine nesir, şiir yazmışlar veya sadece imzalarını atmışlardı; ünlü adların çoğunu tanımıyordu, bir sürü saçma sapan şey arasından insanda merak uyandıran düşünceler zar zor seçiliyordu. Hepsinde de Madam Arnoux’ya karşı az çok açık olarak beslenen bir saygı ifadesi vardı. Elim gidip albümün kıyısına bir satırcık yazı yazıveririm, diye öyle korkmuştu ki.

      Madam Arnoux oturma odasından Frédéric’in görmüş olduğu halkaları, gümüşten çekmeceyi alıp getirdi. Kocasının hediyesi bir Rönesans eseriydi bu. Dostları Arnoux’ya iltifat ettiler; karısı da teşekkür etmişti. Duygulanan Arnoux herkesin içinde karısını öptü.

      Sonra, herkes öbek öbek toplanıp dereden tepeden konuşuldu; babacan Meinsius ocağın yanındaki küçük bir kanepede Madam Arnoux ile beraberdi; kadın onun kulağına eğildikçe saçları birbirine değiyordu. Frédéric, tek böyle kendisine bir yakınlık kazandıracak bir şeyleri, ünlü bir adı ve ak saçları olsun da sağır, sakat ve çirkin olmaya çoktan razıydı. Gençliğine karşı öfkesinden kudurup içi içini yiyordu.

      Neyse, Madam Arnoux, salonun Frédéric’in durduğu köşesine geldi; misafirlerden hangilerini tanıdığını, resmi sevip sevmediğini, ne zamandan beri Paris’te okuduğunu sordu. Ağzından çıkan her söz Frédéric’e yepyeni bir şey, kişiliğinin bir özelliği gibi geliyordu. Uçlarıyla çıplak omzunu okşayan saçlarının en küçük büklümlerine bile dikkatle bakıyor, hiç gözünü ondan ayırmıyor, ruhunu bu kadın etinin beyazlığı içine gömüyordu; oysa onunla yüz yüze gelip bütün endamını görmek için gözlerini kaldırmaya bir türlü cesaret edememişti.

      Rosenwald, Madam Arnoux’dan birkaç şarkı söylemesini rica ederek konuşmalarını yarıda kesti. Besteci çalmaya başladı, kadın bekliyordu; dudakları aralandı; temiz, uzun, berrak bir ses yükseldi.

      Frédéric İtalyanca sözlerden hiçbir şey anlamadı.

      Şarkı önce bir kilise ilahisi gibi ağırbaşlı bir ritimle başlamış, sonra tiz perdeye yükselip ses parıltıları çoğalmış, birden alt perdeye düşmüştü. Melodi de engin ve tembel bir titreme ile ve âşıkane bir eda ile tekrarlanıyordu.

      Madam Arnoux, kolları iki yana sarkmış, gözleri uzaklara dalmış, piyanonun yanında ayakta duruyordu. Ara sıra, notayı okumak için bir an başını uzatıp gözlerini kırpıştırıyordu. Kontralto sesi pest perdelerde dondurucu hüzünlü nağmeler yapıyor, o zaman iri kaşlı güzel başı omzuna doğru eğiliyordu; göğsü kabarıyor, kolları iki yana ayrılıyor, birkaç nota birden çıkaran boynu gökten inen öpücüklerin etkisiyle tembel tembel yana devriliyordu. Üç tiz nota söyledi, tekrar pest perdeye indi, yine yükselip bir nota daha söyledi, bir duruştan sonra şarkıyı yarım ses yüksek bir perdede bitirdi.

      Rosenwald piyanodan kalkmadı. Kendi kendine çalmakta devam etti. Zaman zaman davetlilerden birinin kalkıp gittiği oluyordu. Saat on birde son kalan davetliler gittiğinden Arnoux geçirmek bahanesiyle Pellerin’le beraber çaktı. Tacir, akşam yemeğinden sonra çıkıp şöyle bir dolaşmazsa kendi kendine, ben hastayım galiba, diyen soydandı.

      Madam Arnoux bekleme odasına kadar ilerlemiş, Dittmer’le Hussonnet’yi selamlamış, elini uzatmıştı. Frédéric’e de elini uzattı, delikanlı cildinin en küçük noktalarına kadar bir şeyin yayıldığını duymuştu.

      Frédéric dostlarından ayrıldı; yalnız kalmaya ihtiyacı vardı. Yüreği dolup taşmıştı. Niçin elini vermişti? Bu, düşünmeden yapılmış bir hareket mi, yoksa cesaret vermek mi? “Haydi canım sen de! Ben delinin biriyim!” Olsun, ne çıkar! Şimdi bu kadının evine istediği gibi sık sık girip çıktıktan sonra, onun havası içinde yaşadıktan sonra…

      Sokaklar tenhaydı, kimsecikler yoktu. Ara sıra iki tekerlekli bir yük arabası kaldırımları zangırdatarak geçiyordu. Kurşuni yüzlü sıra sıra evlerin pencereleri kapalıydı; Frédéric, bu kadını görmeden yaşayan, varlığından haberi bile olmayan, bu duvarların arkasına çekilip yatmış insanların hepsini küçümseyerek düşünüyordu! Zamanın, mekânın, hiçbir şeyin farkında değildi. Ökçesiyle yerlere, bastonu ile dükkânların kepenklerine vurarak, başıboş, çılgın gibi sürüklenerek hep yürüyüp gidiyordu. Nemli bir havaya büründü; kendini rıhtımların kıyısında buldu.

      Sokak fenerleri iki sıra düz çizgi hâlinde parlayıp gidiyor, suların içinde kırmızı uzun alevler titreşiyordu. Su arduvaz rengindeydi. Oysa nehrin iki tarafında yükselen karanlık iki büyük yığına dayanmış gibi gelen gök daha berraktı. Göze görünmeyen birtakım yapılar karanlıkları daha koyulaştırmıştı. İleride, çatıların üstünde aydın bir sis dalgalanıyordu; bütün gürültüler bir tek uğultu içinde erimişti; hafif bir rüzgâr esiyordu.

      Pont-Neuf’ün ortasında durmuş; başı, göğsü, bağrı açık, havayı ciğerlerine çekiyordu. Bu sırada, içinde tükenmek bilmez bir şeyin, gözleri önündeki dalgaların hareketi gibi kendisini dermansız düşüren bir sevgi akımının yükseldiğini duymuştu. Bir kilise saati kendisini çağıran bir ses gibi, ağır ağır biri çaldı.

      O zaman, ruhu, insana yüce bir âleme göç etmiş duygusunu veren bir ürperişle ürperdi. Neyin nesi olduğunu bilmediği olağanüstü bir kabiliyet gelmişti kendisine. Ben büyük bir ressam mı, büyük bir şair mi olacağım?” diye ciddi olarak sordu kendi kendine; resimde karar kıldı, bu mesleğin zorunlulukları kendisini Madam Arnoux’ya yaklaştıracaktı çünkü. Yürüyeceği yolu bulmuş demekti! Yaşayışının amacı şimdi aydınlanmış, yarını iyice belli olmuştu.

      Odasına girip kapısını kapayınca bitişik karanlık odada birinin horladığını duydu. Ötekiydi bu. Hiç aklına bile gelmemişti.

      V

      Ertesi gün öğleden evvel, kendine bir kutu boya, birkaç fırça, bir sehpa satın aldı. Pellerin de birkaç ders vermeye razı oldu. Frédéric resim negereklerinden6 hiçbir eksiği var mı görsün diye onu evine götürdü.

      Deslauriers evdeydi. İkinci koltukta bir delikanlı oturuyordu. Kâtip onu göstererek “Senecal, işte bu!” dedi.

      Frédéric delikanlıdan hoşlanmadı. Alabros kesilmiş saçları alnını daha geniş gösteriyordu. Kurşuni gözlerinin sert ve soğuk gibi bir ifadesi vardı; bütün


Скачать книгу

<p>6</p>

Negerek: Ufak tefek eşya, öteberi. (e.n.)