Bir Günlük Düş ve Gerçek. Samed Behrengi
Behrengi
Bir Günlük Düş ve Gerçek
Sevgili okuyucu!
“Bir Günlük Düş ve Gerçek” hikâyesini sizlere emsal olması için yazdım. Yani bundan kastım şu, herkes birlikte yaşadığı insanları hakkıyla tanısın ve bu sorunların nasıl çözüleceğine dair çareler düşünsün.
Eğer Tahran’da başımdan geçenleri yazacak olsam, birkaç ciltlik kitap olurdu; diğer yandan, okuyanların hemen hepsini de yorardı bu hikâyeler. Bu yüzden bu hadiselerin sadece yirmi dört saatlik bir bölümünü yazıyorum. Sanıyorum bu bölüm hem kısa olur hem de kimseyi okurken sıkmaz. Elbette, babamla birlikte Tahran’a gidişimizin neden ve nasıl olduğunu da mecburen anlatacağım.
Babam, birkaç aydan beri işsizdi. Sonunda, baktı ki olmayacak, benim elimden tuttu ve Tahran yollarına düştük. Annemi, kız kardeşimi ve erkek kardeşlerimi ise kendi yaşadığımız şehirde bırakmıştık. Hemşerilerimiz ve tanıdıklarımızdan birkaçı, daha önce Tahran’a gitmiş ve orada iş bulup çalışmayı başarabilmişlerdi. Biz de bunların yaptığı gibi yola düştük. Mesela bu hemşerilerimizden birinin büfesi vardı ve buz satıyordu. Bir tanesi eski kıyafetler alıp satıyordu. Bir diğeri portakal satıyordu. Babam da derme çatma bir el arabası bulup aldı ve seyyar satıcılık yapmaya başladı. Soğan, patates, salatalık gibi şeyler satıyor, zerzevatçılık yapıyordu. Kazandığımızın bir lokmasını biz yiyorduk, bir lokmasını da annemlere yolluyorduk. Ben de kimi zaman babamla sokakları arşınlayıp zerzevat işine yardım ediyordum, kimi zaman da caddelerde öylece başıboş gezip dolaşıyor, akşam olunca babamın yanına gidiyordum. Ara sıra da sakız, niyet falı gibi şeyler satıyordum.
Neyse şimdi konumuzun özüne dönelim:
Bir gün akşama doğru çocuklarla beraberdik; benle birlikte, Kasım, Piyangocu Ziver’in oğlu, Ahmet Hüseyin ve bir saat kadar önce teklifsizce yanımıza gelip bizimle arkadaş olan iki tane daha başka çocuk vardı. Biz dördümüz bir bankın üzerine oturmuş, zar atma oyunu oynamak için nereye gideceğimize karar vermeye çalışıyorduk. O sırada bu iki çocuk da çıkagelip aramıza girdi. İkisi de bizden büyüktü. Birinin bir gözü kördü. Diğerinin ise ayaklarında yepyeni ayakkabılar vardı ama pantolonunun dizindeki yırtıktan kirli diz kapağı görünüyordu. Üstleri başları bizden daha perişan ve kötü duruyordu.
Biz, dört arkadaş, çocuğun ayağındaki yeni ayakkabılara kaçamak bakışlar atıyorduk. Ardından da birbirimizle göz göze geliyor, bakışlarımızla âdeta o anda bir ayakkabı hırsızıyla yan yana durduğumuzu ve dikkatli olmamız gerektiğini anlatıyor gibiydik. O iri heriflerden bir tanesi bakışlarımızı yakalayınca, “Ne var, ne oldu, hiç ayakkabı görmediniz mi hayatınızda?” dedi kızarak.
Yanındaki arkadaşı da, “Boş ver be Mahmut, baksana bunların ağzı kokuyor açlıktan! Yeni ayakkabıyı nerede görecekler?” diyerek onu destekledi.
Mahmut:
“Hay çok yaşayasın, heriflerin ayağı çıplak, ben de tutmuş yeni ayakkabı görmediniz mi hiç diye soruyorum!”
Tek gözü kör olan arkadaşı:
“Herkesin babası seninki gibi zengin değil ki parayı döksün de çocuğuna yeni ayakkabı alabilsin.”
Sonra da ikisi birden kıkır kıkır gülüşmeye başladı. Biz dördümüzse bir şey diyememiş, öylece kalakalmıştık. Ahmet Hüseyin, Piyangocu Ziver’in oğluna baktı. Sonra ikisi birden bakışlarını Kasım’a çevirdi. En sonunda üçünün de bakışları beni buldu. Ne yapacaktık? Ya dişimizi gösterecektik bunlara veya bunun altında kalıp, bırakacaktık öyle pis pis sırıtmaya devam edeceklerdi.
Ben, Mahmut’a dönüp yüksek sesle, “Hırsızsın sen! Belli ki o ayakkabıları çalmışsın.” dedim.
Ben böyle deyince, ikisi birden kahkahayı bastı; kör gözlü olanı Mahmut’u dürterek, “Demedim mi ben sana? Hahahaha… Dememiş miydim? Hahahaha…” diyordu keyifle.
Rengârenk otomobiller caddede art arda dizilmiş duruyorlardı. Öyle bir görüntüleri vardı ki sanki önümüzde demirden bir duvar örmüş gibiydiler. Otomobil duvarının benim hemen önüme denk gelen yerindeki kırmızı renkli araba hareket etti ve caddenin karşı tarafını görebileceğim bir gedik açıldı o duvarda.
Taksiden minibüse, otobüse kadar her çeşit araba caddeyi ağzına kadar doldurmuştu. Trafiğin sesi ve gürültü her tarafı kaplıyor, arabalar karış karış ilerliyorlardı. Âdeta her bir araba önündekini ittirerek yol alıyor, şoförler kafasını uzatıp birbirine bağırıp çağırıyorlardı. Sanıyorum Tahran dünyanın en kalabalık şehriydi, tam bu cadde de Tahran’ın en kabalalık yeri olsa gerekti.
Kör oğlanla, arkadaşı Mahmut karşımıza geçmiş hâlâ kıs kıs gülüyor, gözlerinden yaş geliyordu. Ben içten içe şu ikisiyle bir tartışıp kavga etsek diye dua ediyordum. Hiç yakası açılmadık yepyeni küfürler öğrenmiştim ve yerli yersiz de olsa bu küfürleri birisine savurmak için can atıyordum. Keşke şu Mahmut bana sataşıp laf atsa da ben de sinirlenip, ona “Sen bana mı diyorsun lan! Şimdi şu hayalarını bıçakla bir doğrayayım da gör sen!” desem diye geçiyordu içimden. Tam da bu niyetle Mahmut’un yakasına sıkıca yapıştım, “Eğer hırsız değilsen, söyle bakayım kim aldı sana bu ayakkabıları?” diye bağırdım.
Bu sefer kahkahaları kesildi. Mahmut yakasındaki elimi sertçe itti:
“Otur lan yerine velet, ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?”
Kör oğlan, Mahmut’la benim arama girdi ve kavgaya tutuşmamıza fırsat vermedi:
“Boş ver Mahmut. Akşamın bu vakti kavga mı olur şimdi? Bırak da dalgamıza bakalım şurada.”
Biz dört kafadar, ciddi ciddi kavga edip dayak atalım istiyorduk ama bu kör oğlanla Mahmut alttan alıyordu. Niyetleri gırgır geçmekti, dövüşmek değildi anlaşılan.
Mahmut bana döndü:
“Bak kardeş, bizim bu akşam kavga etmeye niyetimiz yok. Ama canınız çok istiyorsa, yarın akşam gelin dövüşelim.”
Kör oğlan:
“Bu akşam biraz dalgamıza bakalım istiyoruz. Anlaştık mı?”
Ben de ikisine birden, “Peki, olsun.” dedim.
Gıcır gıcır bir araba caddenin kenarında, bizim oturduğumuz yerin hemen önünde gelip durdu ve boş olan yere park etti. Arabanın içinden genç bir erkek ve hanımla bir çocuk indi, arkalarından da bembeyaz ve parlak bir yavru köpek. Oğlan çocuğu bizim Ahmet Hüseyin’le hemen hemen aynı boylardaydı; kısa pantolon, beyaz çoraplar ve üstü açık çift renkli bir ayakkabı vardı üzerinde. Saçları omuzlarına kadar iniyordu ve yağlanmış gibi parıldıyordu. Bir elinde beyaz çerçeveli bir gözlük tutuyor, diğer eliyle de babasının elini tutuyordu. Köpeğin tasması kadının elindeydi. Kadının kolları ve bacakları çıplaktı, üzerindeki elbiseler kısa ama ayakkabılarının topukları yüksekti; yanımızdan geçtiğinde parfümünün enfes kokusu hepimizin burnunu doldurmuştu. Kasım, yerden aldığı bir yemiş kabuğunu oğlan çocuğunun ensesine fırlattı. Çocuk şöyle bir geriye doğru dönüp bize doğru baktı ve “Serseriler!” dedi sadece.
Ahmet Hüseyin öfkeyle söylendi çocuğa:
“Yürü git, kaybol muhallebi çocuğu…”
Benim de aradığım fırsat çıkmıştı yeniden:
“Şimdi şu hayalarını bıçakla bir doğrayayım da gör sen!”
Bizim kafadarların hepsi çocuğa bir şeyler söyledi, sonra da bastık kahkahayı. Babası o ğlunun elinden tuttu ve birkaç metre ötedeki otelin kapısından içeri girdiler.
Sonra da herkesin bakışları yeniden Mahmut’un ayağındaki yeni ayakkabılara çevrildi. Mahmut dostane bir sesle, “Ayakkabılar benim için çok da önemli değil aslında, isterseniz alın sizin olsun.” dedi.
Ardından da Ahmet Hüseyin’e döndü:
“Gel