Kanaldaki Kadın. Пер Валё

Kanaldaki Kadın - Пер Валё


Скачать книгу
sordu karısı.

      “Hiç.”

      Martin Beck oturma odasına girdi, konsolun kilitli çekmecesini açıp tabancayı çıkardı. Çantasına koyup çekmeceyi tekrar kilitledi.

      Silah dokuz milimetrelik bildiğimiz Browning’di, lisanslı olarak Huskvarn’da üretilen 07 modeli. Çoğu durumda işe yaramıyordu, Martin Beck iyi nişancı da değildi zaten.

      Koridora çıktı, yağmurluğunu giydi ve siyah şapkası elinde dikildi.

      “Rolf ve ufaklığa hoşça kal demeyecek misin?”

      “On iki yaşındaki bir kıza ‘ufaklık’ demek biraz komik.”

      “Bence çok tatlı.”

      “Uyandırırsam yazık olur. Gideceğimi biliyorlar zaten.”

      Şapkasını taktı.

      “Hoşça kal. Ararım seni.”

      “Güle güle git ve dikkatli ol.”

      Martin Beck istasyonda dikilip metroyu beklerken, Dan-mark maketinin kaplaması tamamlanmamış da olsa evden ayrılmayı sorun etmediğini düşündü.

      Martin Beck, Cinayet Masası şefi değildi ve öyle bir hırsı da yoktu. Bu makama yükselmesini önleyecek tek şey ya ölmesi ya da görevini yaparken ağır bir kusur işlemesi olsa da bazen bir başkomiser olacağından bile kuşku duyardı. Ulusal Polis Teşkilatı’nda bir dedektif komiserdi ve sekiz yıldır Cinayet Masası’nda çalışıyordu. Onun ülkenin en becerikli adli soruşturma görevlisi olduğunu düşünenler vardı. Ömrünün yarısı emniyet teşkilatında geçmişti. Yirmi bir yaşında Jakob Polis Merkezi’nde işe başlamıştı ve Stockholm’ün merkezindeki farklı bölgelerde devriye memuru olarak altı yıl görev yaptıktan sonra Ulusal Polis Okulu’na gönderilmişti. Sınıfının en iyilerindendi ve kurs bitince komiserliğe atanmıştı. O zaman yirmi sekiz yaşındaydı.

      Babası aynı yıl vefat etti ve Martin Beck şehrin merkezindeki dayalı döşeli evinden çıkıp annesine bakmak için Stockholm’ün güneyindeki aile evine geri taşındı. Aynı yaz karısıyla tanıştı. Karısı bir arkadaşıyla adalarda ev tutmuştu ve Martin de tesadüfen yelkenli kanosuyla oradaydı. Basbayağı âşık olmuştu. Derken, sonbaharda, karısı ilk çocuğuna hamileyken belediyenin nikah salonunda evlenmişler ve kadının şehir merkezindeki küçük dairesine taşınmışlardı.

      Kızlarının doğumundan bir yıl sonra, Martin’in âşık olduğu o mutlu ve hayat dolu kızdan pek eser kalmamıştı ve evlilikleri sıkıcı bir rutine girmişti.

      Martin Beck metro vagonunda yeşil koltuğa oturmuş, yağmurdan bulanıklaşmış camdan dışarı bakıyordu. Pek bir şey hissetmeksizin evliliğini düşünüyordu ama orada oturmuş kendi haline acıdığını fark edince yağmurluğunun cebinden gazetesini çıkardı ve editörden sayfasına odaklanmaya çalıştı.

      Yorgun görünüyordu, güneşte yanmış cildi gri ışıkta sarımtıraktı. Yüzü inceydi, geniş bir alnı ve güçlü bir çenesi vardı. Kısa ve düz burnunun altındaki ağzı ince ve genişti, iki köşesinde iki derin çizgi vardı. Gülümseyince bembeyaz, sağlıklı dişleri görünüyordu. Siyah saçları dümdüz saç çizgisinden düzgünce geriye taranmıştı ve henüz beyazlamaya başlamamıştı. Mavi gözlerindeki yumuşak bakışları sakin ve berraktı. İnceydi ama çok uzun değildi, omuzları biraz yuvarlaktı. Bazı kadınlar onu yakışıklı bulsa da çoğunluğa göre sıradan bir tipti. Hiç dikkat çekmeyecek tarzda giyinirdi. Hatta giysileri özellikle göze çarpmayan cinste denilebilirdi.

      Vagondaki hava çok basık ve boğuktu, Martin Beck metroya bindiğinde çoğu zaman olduğu gibi biraz rahatsızdı. Merkez istasyona gelince çantasıyla kapıdan kendini ilk dışarı atan o oldu.

      Metrodan hoşlanmazdı. Ama trafikte tampon tampona yolculuk etmek daha beter olduğundan ve şehir merkezinde bir “daire hayali” hayal kalmaya devam ettiğinden şu anda başka seçeneği yoktu.

      Göteborg ekspres treni sabah 7.30’da hareket etti. Martin Beck gazetesinin sayfalarını çevirdi ama cinayetle ilgili tek satır habere rastlamadı. Kültür sanat sayfalarını açıp antropozof Rudolf Steiner hakkındaki bir yazıyı okumaya başladı ama birkaç dakika sonra uyuyakaldı.

      Hallsberg istasyonunda tren değiştirmek için tam vaktinde uyandı. Ağzının içindeki kurşuni tat geri gelmişti ve içtiği üç bardak suya rağmen gitmedi.

      Sabah 10.30’da Motala’ya vardı, bu esnada yağmur dinmişti. Buraya ilk gelişi olduğu için istasyondan City Oteli’ne nasıl gidileceğini büfeye sordu ve bir paket sigarayla Motala gazetesi aldı.

      Otel tren istasyonundan birkaç blok ötede, büyük meydandaydı. Bu kısa yürüyüş onu kendine getirmişti. Odasına girince ellerini yıkadı, çantasını açtı ve otel görevlisinden aldığı bir şişe maden suyunu içti. Bir saniye cam kenarında durup meydana baktı. Ortada bir heykel duruyordu, Baltzar von Platen’in heykeli olduğunu düşündü. Ardından polis merkezine gitmek üzere odadan çıktı. Polis merkezinin, sokağın karşı tarafında olduğunu bildiği için yağmurluğunu odada bıraktı.

      Nöbetçi memura kim olduğunu söyledi ve hemen ikinci kattaki bir odaya götürüldü. Kapıda Ahlberg adı yazıyordu.

      Masada oturan adam geniş yapılı, kalıplı ve hafif keldi. Ceketini sandalyesinin arkasına asmıştı, kâğıt bardaktan kahve içiyordu. İçi izmaritlerle dolu bir küllüğün köşesinde bir sigara yanıyordu.

      Martin Beck’in kapıdan çaktırmadan girmek gibi kimi insanları sinir eden bir huyu vardı. Bir keresinde, “Öylesine hızlıca içeri süzülüp arkasından kapıyı kapatıyor ki hâlâ dışarda kapıyı tıklattığını sanırsınız,” demişti biri.

      Masada oturan adam hafif şaşkın görünüyordu. Kahvesini kenara itip ayağa kalktı.

      “Ben Ahlberg,” dedi.

      Beklenti içinde bir hali vardı. Martin Beck bunu daha önce görmüştü ve nedenini biliyordu. Kendisi Stockholm’den gelen bir uzmandı, masada oturan adamsa taşrada çalışan ve soruşturmada tıkanıp kalmış bir polisti. Birlikte nasıl çalışacaklarını sonraki birkaç dakika belirleyecekti.

      “İlk adın ne?” dedi Martin Beck.

      “Gunnar.”

      “Kollberg ve Melander ne yapıyorlar?”

      “Hiç bilmiyorum. Aklımdan çıkmış galiba.”

      “Yüzlerinde bir ‘hallederiz’ bakışı var mıydı?”

      Taşra polisi parmaklarını seyrek sarı saçlarında gezdirdi. Ardından alaycı bir gülüşle sandalyesine oturdu.

      “Gibi gibi,” dedi.

      Martin Beck adamın karşısına oturdu, bir paket sigara çıkarıp masanın kenarına koydu.

      “Yorgun görünüyorsun,” dedi Martin Beck.

      “Tatilim suya düştü.”

      Ahlberg kâğıt bardağını kafaya dikti, elinde buruşturdu ve masasının altındaki çöp kutusuna attı.

      Masasının üstü karman çormandı. Martin Beck Stockholm’deki odasındaki kendi masasını düşündü. Genellikle tertipli tutardı.

      “Peki o zaman,” dedi. “Nasıl gidiyor?”

      “Pek gitmiyor,” dedi Ahlberg. “Bir hafta geçmesine rağmen doktorun söylediklerinden fazlasını bilmiyoruz.”

      Alışkanlık gereği rutin prosedürleri anlatmaya koyuldu.

      “Cinsel saldırıyla birlikte boğarak infaz. Bunu yapan acımasız biriymiş. Sapkın eğilimlere dair izler bulundu.”

      Martin


Скачать книгу