Beşinci Kadın. Хеннинг Манкелль
böyle bir yer adı yoktu ama günlüğü okumayı sürdürürken haritayı kaldırmamıştı. Terry O’Banion ve Simon Marchand’la birlikte Berggren yalnızca paralı askerlerden oluşan bir savaş takımına katılmıştı. Berggren’in hakkında fazla bir şey yazmadığı takım liderinden yalnızca Sam diye söz ediyordu. Berggren’in savaşın sona ermesine aldırmadığı anlaşılıyordu. Wallander o günlerde Belçika Kongosu’nda olan bitenlerle ilgili pek bir şey bilmiyordu. Berggren de paralı bir asker olarak rütbesini açıklamamıştı. Yalnızca özgürlük için savaştıklarını yazmakla yetinmişti. Kimin özgürlüğünden söz ettiği belli değildi. Eğer İsveçli BM askerleriyle kendisini bir çarpışma içinde bulursa silahını kullanma konusunda kesinlikle tereddüt etmeyeceğini belirtmişti. Berggren maaşını her alışını da günlüğüne yazmaya özen göstermişti. Her ayın sonunda kaç para aldığı, ne kadar harcadığı ve ne kadar biriktirdiği gibi basit hesaplar yapmıştı. Ayrıca ele geçirdiği her ganimeti de bir liste şeklinde defterine geçirmişti. Berggren paralı askerlerin terk edilmiş ve yanmış bir çiftliğe gelişlerini ve orada Belçikalı çiftlik sahibiyle karısının yanık cesetlerini nasıl bulduklarını da yazmıştı. Cesetler yataklarına el ve ayaklarından bağlıydı. Evdeki koku korkunç olmasına karşın paralı askerler yine de evi baştan sona aramış, pırlanta ve altın takılar bulmuşlardı. Daha sonra bu takıları Lübnanlı bir kuyumcuya götürmüşler ve takıların 20.000 İsveç kronundan daha fazla ettiğini öğrenmişlerdi. Berggren elde edilen para iyi olduğundan savaşın bir sakıncası olmadığını yazmıştı. Günlüğün yalnızca bir bölümünde Berggren kendisine, araba tamircisi olarak eğer İsveç’te kalsa bu parayı kazanabilir miydi, diye sormuş ve kazanamayacağına karar vermişti. İsveç’teki yaşam tarzını sürdürerek aynı noktaya gelmesi olanaksızdı. Büyük bir istekle savaşa olan katkısını sürdürmeye devam etmişti.
Ay sonları hesaplarının yanı sıra Berggren diğer konuları da düzenli bir şekilde günlüğüne yazmayı sürdürmüştü. Birçok kişiyi öldürmüştü. Cesetlerin sayılarını ve öldürdüğü günleri belirtmişti. Öldürdüğü kişilerin kadın, erkek ya da çocuk olduklarını yazmış, cesetleri yakından inceleme fırsatını ele geçirdiğinde de kurşunun nereye saplandığını yazmaya özen göstermişti. Wallander günlüğün bu bölümlerini öfke ve nefret içinde okudu. Berggren’in söz konusu bu savaşla uzaktan yakından bir ilgisi yoktu. Ona öldürmesi için para veriliyordu ama bu emri kimin verdiği bilinmiyordu. Öldürdüğü kişiler genellikle sivildi. Paralı askerler korumaya çalıştıkları özgürlüğe karşı olduğunu düşündükleri köylere ve kasabalara baskın yapıyorlardı. Öldürüyor, yağmalıyor, sonra da basıp gidiyorlardı. Tüm Avrupalılar ölüm birliği gibiydi ve öldürdükleri kişileri kendileriyle eşit görmüyorlardı. Berggren siyahilerden nefret ettiğini gizlemiyordu. Yanlarına yaklaştığımızda zenciler keçi gibi çığlıklar atıp kaçıyor ama kurşunlarla rekabet etmeleri olanaksız, diye yazmıştı günlüğüne. Wallander bu satırları okuduktan sonra elindeki günlüğü fırlatıp atmak istedi. Kısa bir ara verdikten ve yorgun gözlerini biraz dinlendirdikten sonra kendini zorlayarak okumayı sürdürdü. Göz doktoruna gitmediği için şimdi çok pişmandı. Berggren ayda yaklaşık on kişiyi öldürdüğünü yazmıştı. Yedi ay savaştıktan sonra da hastalanmış ve uçakla Léopoldville’deki hastaneye gönderilmişti. Dizanteri tanısı konulmuş ve haftalarca hastanede yatması gerekmişti. Hastanede kaldığı süre içinde günlüğüne hiçbir şey yazmamıştı. O güne kadar da İsveç’te oto tamircisi olmak yerine katıldığı bu savaşta elliden fazla insanı öldürmüştü. Berggren iyileşince birliğine dönmüştü. Bir ay sonra da Omerutu’daydılar. Büyük kaya parçasının önünde O’Banion ve Marchand’la birlikte fotoğraf çektirmişti. Wallander fotoğrafı alıp mutfak penceresine yaklaşarak bir kez daha dikkatle baktı. Üç hafta sonra da pusuya düşürülmüşler ve O’Banion öldürülmüştü. Geri çekilmeye zorlanmışlardı. Wallander, Berggren’in içindeki korkuyu hissetmeye çalıştı. Berggren’in korktuğundan emindi ama günlüğüne bu duygusuyla ilgili hiçbir şey yazmamıştı. Yalnızca ölülerini gömüp mezarlarına tahta haçlar diktiklerini yazmakla yetinmişti. Bu arada savaş tüm acımasızlığıyla sürüyordu. Bir keresinde nişan tahtası olarak maymunları kullandıklarını yazmıştı Berggren. Bir başka kez ise nehrin kıyısındaki timsah yumurtalarını toplamışlardı. Berggren’in birikimleri 30.000 krona yaklaşıyordu.
1961 yazındaysa her şey birdenbire sona ermişti. Berggren birden günlük tutmaktan vazgeçmişti. Wallander, onun bu savaşın sonsuza değin süreceğini düşündüğünden emindi. Günlüğünün son sayfalarında ışıklarını söndürmüş bir kargo uçağıyla gece yarısı ülkeden nasıl kaçtıklarını yazmıştı. Uçak aprondan havalanırken motorlardan biri titremeye başlamıştı. Günlük sanki Berggren yazmaktan sıkılmışçasına ya da artık yazacak bir şeyi kalmamışçasına işte tam bu noktada sona eriyordu. Wallander uçağın nereye gittiğini öğrenememişti. Berggren karanlık Afrika gecesinde bir yerlere doğru uçup gitmişti.
Wallander gerinerek balkona çıktı. Saat beş olmuştu. Hava bulutlanmıştı. Bu günlük kesik kafayla birlikte neden Eriksson’un kasasındaydı? Berggren eğer hâlâ hayattaysa 50 yaşlarında olmalıydı. Balkonda duran Wallander birden ürperdi. İçeri girip kanepeye oturdu. Gözleri acıyordu. Berggren günlüğünü kimin için tutmuştu? Kendisi için mi yoksa başka biri için mi?
Afrika’da savaşa paralı asker olarak katılan bir delikanlı günlük tutmuştu. Olayları ayrıntılarıyla yazmıştı ama bazı açılardan da yazdıklarında yapay bir hava hissediliyordu. Wallander’in satır aralarında okuyamadığı bir şeyler eksikti.
Höglund zili çalıncaya değin bunun ne olduğunu çözememişti. Genç kadını kapının önünde görmesiyle anlaması bir olmuştu. Günlükte erkeklerin dünyasından söz ediliyordu. Berggren’in anlattığı kadınlar ya ölmüşler ya da panik içinde kaçmışlardı. Çok tatlı ama çok da uzun boylu Irene dışında hiçbir kadından söz etmemişti. İzinli olduğunda barlara gidip nasıl sarhoş olduğunu ve barlarda çıkan kavgalara nasıl karıştığını yazmıştı ama kesinlikle kadınlardan söz etmemişti. Wallander bunun önemli olduğunu düşünmekten kendini alamıyordu. Berggren, Afrika’ya gittiğinde gençti. Savaş ona göre bir serüvendi. Delikanlıların dünyasında kadınlar serüvenin önemli bir bölümünü oluştururlardı. Wallander merak etmeye başlamıştı ama şimdilik bu düşüncelerini kendine saklamaya karar verdi.
Höglund, Nyberg’in adli tıp teknisyenlerinden biriyle Runfeldt’in evine gittiğini haber vermeye gelmişti. Sonuç olumsuzdu. Runfeldt’in neden dinleme cihazı sipariş ettiğini açıklayabilecek bir şey bulamamışlardı.
“Gösta Runfeldt’in dünyasında yalnızca orkideler var,” dedi Höglund. “Onun çok yalnız bir dul olduğu izlenimini edindim.”
“Karısı boğulmuş galiba,” dedi Wallander.
“Çok güzel bir kadınmış,” dedi Höglund. “Düğün fotoğraflarını gördüm.”
“Kadına ne olduğunu öğrenmemizde belki de yarar var,” dedi Wallander.
“Martinson’la Svedberg çocuklarıyla bağlantı kurmaya çalışıyorlar.”
Wallander az önce Martinson’la telefonda konuşmuştu. Runfeldt’in kızıyla bağlantı kurmuştu bile. Babasının kaybolabileceği düşüncesine çok şaşırmış ve çok endişelenmişti. Babasının Nairobi’ye gittiğini sanıyordu.
“Bunlardan bir sonuç çıkarmamız olası değil,” dedi. “Svedberg oğluyla konuştuktan sonra beni arayacak. Runfeldt’in oğlu Hälsingland’da telefonu olmayan bir çiftlikteymiş.”
Pazar