Safiye sultan. Turhan Tan
meydana gelen değişikliği haber vermek için Venedik’e gelmiş görünen bu elçi, pek çok uyarıyı da beraberinde getirmişti. Hükümet, elinden geldiği kadar küçülerek, mümkün olduğu derecede dalkavukluk ederek o uyarıları dikkate almayıp geçiştirmek istiyordu. Venedik, güzel- lerini de bu amaçla seferber etmişti. Her devlet adamı, Türk elçisinin arzusuna göre oturup kalkmakla, düşünüp konuşmakla sorumlu olduğu gibi saraya getirilmiş seçme güzeller de kendilerini elçinin iradesine sunmak için emir almıştı.
Kadınlar için böyle bir emre gerek de yoktu. Çünkü on beş yaşına henüz girenlerden kırkını çoktan dolduranlara kadar her Venedikli kadın, Türk elçisinden bir göz busesi, bir dil çimdiği koparabilmek için birçok şeyi feda etmeye razıydı. Bu istek, onlarda adeta ırsiydi. Fatih Sultan Mehmet devrinde Venedik’e gelen bir elçi, bütün kadınların gönlünde sönmez yangınlar bırakmış ve bu yangınlar nesilden nesle geçerek Venedik kadınları için ortak bir alev halini almıştı. Her yeni elçi bu gönül ateşlerini üç beş gün yelpazelediği için de humma dediğimiz bu yangın sık sık tazeleniyordu.
Bununla beraber şu ziyafet gecesinde bir başkalık ve herkeste görülen o hummada da taptaze bir coşku vardı. Çünkü Duçe namına hareket eden memurlar her kadının kulağına perde diplerinde, kapı aralarında ve koridorlarda bir görev fısıldamış ve bu görevi başaran kadının isminin altın kitaba özel olarak geçirileceğini anlatmıştı. Venedik Cumhurbaşkanı’yla özel danışmanlarının tüm bu kadınlardan istediği şey, Don Mikez adlı Yahudi’nin Osmanlı tahtına henüz çıkmış olan İkinci Sultan Selim nezdindeki saygınlığını elçi Kubat Çavuş’a söyletmekti. Don Mikez’in Venedik aleyhine entrikalar çevirdiği İstanbul balyozu tarafından hemen her gün Duçe’ye bildiriliyordu. Fakat bu Musevi siyaset dalaverecisinin mesela bir suikasta uğratılması halinde Padişahın etkilenip etkilenmeyeceği, öldürülen Yahudi’nin öcünü almak kaygısına kapılıp kapılmayacağı belli değildi. Venedik güzelleri işte bu bilinmezi elçinin ağzından almak için görevlendirilmişti.
Elçiden güzel bir buse, hafif bir el okşaması, hülyalı bir dokunuş çalmak isteyen kadıncıklara böyle bir iş yüklemek reva değildi. Lakin vaat edilen ödül hırs dolu her yüreği hoplatacak kadar önemli olduğundan kadınların hepsi Türk elçisini kafese koymak ve Don Mikez hakkındaki bilgilerini söyletmek için zekalarını seferber etmede bir an bile düşünmemişti. İşaret ettiğimiz gibi bu işi başaran kadının adı altın kitaba yazılacaktı. Bu kitap, vatanseverlikte en yüksek dereceyi kazananların isimlerini içermekte olup ancak yüz yılda sadece bir Venedikli adının oraya geçtiği görülüyordu.
Bununla beraber kadınları iliklerine kadar heyecan içinde bırakan yalnız bu mesele değildi. Ziyafette elçiden başka iki Türk’ün daha bulunacağı kulaktan kulağa yayıldığından bu aristokrat Havva yavruları ayakta rüya görmeye başlamıştı. Annelerini ve büyükannelerini yıllarca kıvrandıran Türk kokusu hasretinden o gece biraz sıyrılabileceklerini umar olmuşlardı. Çünkü her güzel Venedikli, geceyarılarına, belki de sabahlara kadar sürecek kabul töreni, dans ve eğlence arasında üç Türk’ten birini ağa düşüreceğini zannetmekte, bu umutla sarhoş edici bir hülya içinde uçup gitmekteydi.
Küçük Bafo da bunlardan biriydi. Büyük meydanda ulu orta sergi açıp alışverişe girişen iki Türk’ü ziyafete gelmek için kandırabilmesi, bu güzeller güzeli kızın kıymetini, saygınlığını arttırmıştı. İşte bu yüzden, Duçe’nin özel danışmanlarının ve Senatörlerin ileri gelenleri, elçi Kubat Çavuş’a da özellikle onu musallat etmek istiyorlardı. Kız da sertlikle yumuşaklığı, ateş gücüyle pamuk zaafını inanılmaz bir uygunlukla nefislerinde birleştirmiş olan Türklere karşı garip ve anlaşılması güç bir ilgi beslemeye başladığından hükümetin tekliflerini duraksamadan kabul etmişti.
İşte bu duygusal ve tabiri caizse düşünsel dekor içinde herkes Türklerin gelmesini bekliyordu. Erkeklerin meraktan, kadınların heyecandan hafakanlar geçirmeye başladığı bir sırada uşaklar, aralarındaki düzeni unutarak ve birbirlerini çiğneyerek, büyük salona üşüşmüş, iki Türk’ün geldiğini haber vermişti. Belki bin, belki bin beş yüz göz, bu haber üzerine tek bakış halinde salon eşiğine dikildi, misafir Türkleri kucaklamaya hazırlandı.
Kendi yurtlarında her biri saygın ve değerli olan bu küme küme kadınların, bu yığın yığın erkeklerin nasıl bir heyecan içinde bulunduklarını sezmemiş gibi ağır ağır yürüyor, önlerinde eğilenleri belli belirsiz bir gülümsemeyle selamlayarak salonda boş iskemlelerin sıralandığı köşeye doğru gidiyorlardı.
Dikkat uyandıracak, hatta yabancı gözleri kamaştıracak kadar renkli giyinmişlerdi. Başlarında külah üstüne geçirilmiş -makdem denilen- birer fes ve feslerin üstünde saçaklı poşu vardı. Bir çeşit sarık diyebileceğimiz poşular, Hindistan’ın en nefis ve en değerli kumaşlarından seçilmişti. Arkalarında fermene adıyla anılan kolsuz birer salta ve onun altında kısa birer şalvar vardı. Bellerindeki kuşaklar, başlarındaki poşunun kumaşındandı, oldukça zarifti. Kuşağa sokulan birer çift tabancayla biri kısa, biri uzun bıçak ise altın yaldızlıydı, bıçak kabzalarında elmas dahi görülüyordu.
Ziyafet salonundaki kalabalığı özellikle ilgilendiren onların üzerlerine aldıkları yağmurluklardı. En pahalı ve en güzel çuhadan bornoz biçiminde yapılan bu üstlüklerin etrafı ağır harçla süslü olup yakalarından birer düğmeyle ilikleniyor ve sağ etekleri sol omza atılıyordu. Bu durum, eski Romalıların togalarını andırdığından salondaki halka neşe vermiş ve Türklerin böyle bir benzerlik hatırı için o üstlükleri giydiği sanıldığından kendileri uzun uzun alkışlanmıştı.
Elçiye ayrılan yerin yakınında iki yaldızlı koltuk da Deli Cafer’le Kara Kadı’ya ayrılmıştı. Baş teşrifatçı kendilerine yerlerini, yerlere kadar eğilerek, gösterdiği zaman Kara Kadı, elini bıçaklarından birinin kabzasına koydu ve sordu:
“Bizi buraya çağıran küçük kız nerede?”
Bu soruyu salon dışında bulunanların bile işiteceği bir sesle teşrifatçının kulağında gürlettiği için kendi seviyesindeki asilzade kızlarla bir köşeye çekilerek yan gözle Türk misafirleri süzen Bafo, telaş ve sevinç içinde bağırdı:
“Buradayım ekselans, huzurunuzda eğilmek üzere hemen geliyorum.”
Duçelerin, Venedik’e komşu hükümetçiklerin başında bulunan dukaların, prenslerin secdemsi eğilişlerle selamladığı bu güzeller güzeli kız dediğini de yaptı. Büyük bir Kral veya İmparatorun huzurunda bulunuyormuş gibi sol dizini kırarak ve kollarını açarak o heybetli iki misafiri selamladı ve Deli Cafer’in “Yanımızda otur, uzağa gitme,” demesi üzerine de bir iskemle alıp ikisinin arasına yerleşti.
Adeta sevinç ve kıvanç duyuyordu. İçinde, tabiattan üstün ve kuvvetli iki kartal arasında oturan bir güvercinin heyecanı vardı. Bin bir yuvayı bir anda yerle bir edecek güce sahip bu büyük yaratıkların kendisine nazik davranmasından, saygı göstermesinden zevk alıyordu. Sonra bu çelikten yapılmış insanların özlerini görebilmek, sönük bir yanardağın sessizliği altında sakladıkları lavları, alevleri keşfetmek için de dayanılmaz bir merak duyuyordu. O sebeple gözlerine hoş anlamlar yükleyip dudaklarını elinden geldiğince tatlılaştırarak Türkleri konuşturmaya çalışıyor ve aklına geleni soruyordu.
Deli Cafer de Kara Kadı da onun boyuna öten sevimli bir serçe gibi aralarında cıvıldayıp durmasından hoşlanıyor, fakat her sorusuna kısa cevaplar veriyordu.
Bafo, bir aralık, görevini hatırladı, Deli Cafer’in kulağına eğildi.
“Yeni Padişahınız,” dedi, “çok şarap içermiş, öyle mi?”
Böyle bir başlangıçla