Boğulmamak İçin. Джордж Оруэлл
Çavuş kırmızı ceketi, dar mavi tulumu ve başında asker kepiyle bıyığını bir aşağı bir yukarı kıvırıyor. Sarhoşlar George’un arkasındaki bahçede kusuyor. Vicky Windsor’da, Tanrı cennette, Mesih çarmıhta, Yunus balinada, Shadrach, Meshach ve Abednego ateşli fırında ve Amoritlerin Kralı Sihon ve Bashan Kralı Og, tahtlarında oturmuş birbirlerine bakıyorlar. Tam olarak hiçbir şey yapmadan sadece var oluyorlar, bir çift itfaiye köpeği ya da Aslan ve Tek Boynuzlu At gibi belirlenmiş yerlerini koruyorlar.
Sonsuza kadar yok oldu mu? Emin değilim. Ama güzel bir dünyaydı ve ben oraya aitim. Sen de öyle.
İKİNCİ BÖLÜM
1
Kral Zog’un adını gördüğümde bir an hatırladığım dünya şu anda yaşadığım dünyadan o kadar farklıydı ki benim ona ait olduğuma inanmakta biraz zorluk çekebilirsiniz.
Sanırım bu zamana kadar zihninizde benimle ilgili bir resim oluştu; takma dişleri ve kırmızı suratı olan şişman, orta yaşlı bir adam ve bilinçaltınızda benim beşikte bile böyle olduğumu hayal ediyorsunuz. Ancak kırk beş yıl çok uzun bir süre ve bazı insanlar değişip gelişmese de bazıları gelişir ve değişir. Çok değiştim ben, inişlerim ve çıkışlarım oldu ama daha çok çıkışlarım oldu. İlginç gelebilir ama babam beni şu an görebilseydi benimle gurur duyardı. Oğullarından birinin motorlu bir arabaya sahip olup tuvaleti olan bir evde oturmasının harika bir şey olduğunu düşünürdü. Şimdi bile başladığım noktanın biraz üstündeyim ve savaştan önceki o eski günlerde asla hayal edemeyeceğim seviyelere ulaştım.
Savaştan önce! Bunu daha ne kadar söyleyeceğiz, merak ediyorum? Cevap ne zaman “hangi savaş” olacak? Benim durumumda insanların “savaştan önce” dedikleri zaman düşündükleri periler ülkesi Boer Savaşı’ndan önce olabilir. 93 yılında doğmuşum ve Boer Savaşı’nın başlangıcını hatırlayabiliyorum çünkü Peder ve Ezekiel amcanın konuyla ilgili en ön sırada yaptıkları kavgayı duymuştum. Ondan bir yıl öncesine denk gelen başka hatıralarım da oldu.
Hatırladığım ilk şey korunga samanının kokusu. Mutfaktan dükkâna giden taş geçide çıkardınız ve korunga kokusu, yol boyunca gittikçe güçlenirdi. Annem, Joe ve benim -Joe benim ağabeyimdi- dükkâna girmemizi önlemek için kapıya ahşap bir çit yerleştirmişti. Hâlâ orada parmaklıkları tutarak durduğumu ve korunganın kokusunun geçide ait nemli alçı kokusuna karıştığını hatırlıyorum. Yıllar sonra kimse yokken bir şekilde kapıyı kırıp dükkâna girmeyi başarmıştım. Aniden yemek depolarından birine giden bir fare yere düşüp ayaklarımın arasından koşmuştu. Una bulanmış ve oldukça beyazdı. Bu, ben yaklaşık altı yaşımdayken olmuş olmalı.
Çok gençken, uzun süre burnunuzun dibinde olan şeyleri aniden fark edersiniz. Sizinle ilgili olan şeyler, uykudan uyanır gibi birer birer aklınıza gelir. Örneğin bir köpeğimiz olduğunu aniden fark ettiğimde ancak dört yaşındaydım. İsmi Nailer olan köpek, eski bir beyaz İngiliz teriyeriydi. Onunla mutfak masasının altında tanıştık ve her ne kadar bize ait olduğunu ve isminin Nailer olduğunu o an öğrenmiş olsam da bir şekilde kaynaşmış gibiydik. Aynı şekilde, biraz önce, geçidin sonundaki kapının ötesinde korunga kokusunun geldiği bir yer olduğunu keşfettim. Aynı zamanda dükkânın kendisi, kocaman teraziler ve tahta ölçüler, teneke kürek ve penceredeki beyaz harfler, kafesindeki şakrak kuşu. Çoğu zaman karşıdan bakıldığında bile çok iyi göremezdiniz çünkü pencere hep tozluydu ama bütün bunlar, tıpkı bir yapbozun parçaları gibi teker teker aklımda yerine oturdu.
Zaman geçiyor ve gittikçe güçleniyorsun ve yavaş yavaş coğrafyayı da anlamaya başlıyorsun. Sanırım Aşağı Binfield, yaklaşık iki bin nüfuslu herhangi bir pazar kasabasıydı. Oxfordshire’daydı -fark ettiyseniz bu bölgeler hâlâ var ama ben geçmiş zaman gibi bahsediyorum onlardan- Thames’den yaklaşık beş mil ötede. Küçük bir vadiye uzanıyordu, kendisi ile Thames Nehri arasında alçak bir tepe dalgası ve arkasında yüksek tepeler vardı. Tepelerin üzerinde, aralarında sütunlu büyük beyaz bir ev görebileceğiniz, loş mavi kütlelerden oluşan ormanlar vardı. Burası Binfield Evi’ydi -herkes “salon” diyordu- ve dağın tepesi Yukarı Binfield olarak biliniyordu ancak orada köy yoktu ve yüzyıldan fazla süredir bulunmamıştı. Binfield Evi’nin varlığını fark ettiğimde neredeyse yedi yaşımdaydım. Çok küçükken çok uzak mesafelere bakmazsınız. Ama o zamana kadar, ortada pazar yeri ile kabaca bir haç şeklindeki şehrin her karışını biliyordum. Bizim dükkân pazar yerine varmadan biraz önce ana caddedeydi ve köşede yarım peniye bir tatlı alabileceğiniz Bayan Wheeler’ın tatlıcı dükkânı vardı. Wheeler Anne pasaklı ve yaşlı bir cadıydı, asla kanıtlanamamış olsa da boğanın gözlerini emip onları şişeye geri koyduğu söylenirdi. Daha ileride Abdulla sigaraları reklamının olduğu berber dükkânı vardı, üzerinde Mısırlı askerler var ve hâlâ aynı reklamı kullanıyorlar. Her yerde tütün ve defne içkisinin zengin kokusu. Evlerin arkasında bira fabrikasının bacalarını görebiliyordunuz.
Savaştan önce, özellikle Boer savaşından önce, tüm yıl mevsim yazdı. Bunun bir yanılsama olduğunun farkındayım. Sadece olayların benim hafızamda nasıl kaldığını size göstermeye çalışıyorum. Herhangi bir zamanda gözlerimi kapatıp, diyelim sekiz yaşımdan önce, Aşağı Binfield’i düşünsem orayı her zaman yaz havasında hatırlarım. Ya akşam yemeğinde pazar yeri, her şeyin üzerinde bir tür uykulu tozlu sessizlik, hamalın atının burnu çantasında mırıldanarak uzaklaşıyor ya da şehrin etrafındaki büyük yeşil sulu çayırlarda sıcak bir öğleden sonra ya da tarlaların arkasındaki alaca karanlığı, çitlerin arasında pipo tütünü ve gece stoklarının kokusunu hatırlıyorum. Ama bir bakıma farklı mevsimleri hatırlıyorum çünkü tüm anılarım yılın farklı zamanlarında değişen yiyeceklerle bağlantılı. Özellikle eskiden çitlerde bulduğunuz şeyler. Temmuzda böğürtlen vardı ama çok nadir bulunurlardı ve yaban mersinleri yenilecek kadar kızarmış olurdu. Eylülde yaban eriği ve fındık vardı. En iyi fındık ağacın en tepesindeydi. Daha sonra kayın fıstığı ve yaban elması vardı. Sonra yiyecek daha bir şey bulamadığın için yediğin bazı önemsiz yiyecekler vardı. Pekiyi olmasalar da alıç vardı ve tüylerini temizlerseniz güzel, keskin bir tadı olan kuşburnu. Melek otu yazın başında iyi olur, özellikle susadıysanız, bazı başka otların gövdeleri de öyle. Sonra bir de kuzukulağı var, ekmek ve tereyağıyla yemesi güzel oluyor, ceviz vardı ve ekşi bir tadı olan yonca. Evden çok uzaktaysan ve çok açsan muz tohumları bile hiç yoktan iyidir.
Joe benden iki yaş büyüktü. Çok küçükken annem, öğleden sonraları bizi yürüyüşe çıkarması için Katie Simmons’a haftada on sekiz sent ödüyordu. Katie’nin babası bir bira fabrikasında çalışıyordu ve on dört çocuğu vardı, bu yüzden aile her zaman acayip işlerde çalışıyorlardı. Joe yedi yaşındayken o sadece on ikiydi, bense beş yaşındaydım ve zekâ seviyesi bizimkinden çok da farklı değildi. Beni kolumdan tutar “Bebeğim!” derdi, bizim üzerimizde köpek arabaları tarafından ezilmemizi ya da boğalar tarafından kovalanmamızı engelleyecek kadar yetkiye sahipti ama konuşma becerilerine gelince eşit şartlardaydık. Şeritten aşağı, tahsisleri geçer, Roper’ın Mera’sı karşısından, içinde koltuklar ve minik sazanların olduğu bir göleti olan -Benle Joe biraz daha büyüdükten sonra buraya balık tutmaya giderdik- Mill Çiftliği’nden aşağıya, şehrin kenarındaki şekerleme dükkânını geçip Yukarı Binfield yolundan dönerek uzun, peş peşe yürüyüşler yapardık, tabii her seferinde yol boyunca bir şeyler toplayıp yerdik. Bu dükkân o kadar kötü bir konumdaydı ki onu alan herkes iflas etmişti ve benim bildiğim kadarıyla üç kez bir şekerci dükkânı, bir zamanlar bir bakkal ve bir de bisiklet tamircisi idi ama çocuklar için tuhaf bir cazibesi vardı. Paramız olmadığında bile burnumuzu cama yapıştırmak için o tarafa giderdik. Katie tatlısını