Kaybedilen . Блейк Пирс
EN, Blake Pierce’ın ilk romanıdır. Blake sizinle iletişimde olmaktan mutluluk duyacaktır. Bu nedenle www.blakepierceauthor.com sitesini ziyaret edebilir, email listesine katılabilir, bedava kitaplar ve hediyeler alabilirsiniz. Facebook ve Twitter sayfalarına bağlanarak iletişimde kalabilirsiniz!
Tüm hakları saklıdır. 1976 ABD Telif Hakları Yasası kapsamında izin verilenin haricinde, yazarın önceden izni olmadığı sürece, bu eserin hiçbir bölümü hiçbir biçim veya şekilde çoğaltılamaz, dağıtılamaz veya yayınlanamaz, herhangi bir veri tabanında veya geri alma sisteminde aklanamaz.
Bu e-kitap yalnızca kişisel kullanımınız içindir. Bu e-kitap bir başkasına satılamaz veya verilemez. Eğer bu kitabı başkalarıyla paylaşmak istiyorsanız lütfen her bir kişi için yeni bir kopya satın alın. Bu kitabı okuyorsanız fakat satın almadıysanız veya yalnızca sizin kullanımınız için satın alınmadıysa lütfen iade edin ve kendinize bir kopya satın alın. Yazarın emeğine saygı gösterdiğiniz için teşekkür ederiz. Bu eser tamamen kurmacadır. İsimler, karakterler, işletmeler, kurumlar, mekânlar, olaylar ve tesadüfler yazarın hayal gücünün ürünleridir veya kurmaca olarak kullanılmıştır. Yaşayan veya ölmüş gerçek kişilerle olabilecek benzerlikler tamamen tesadüfidir.
Prolog
Reba’nın başına yeni bir ağrı dalgası yayılıyordu. Küçükcük odanın ortasına, tavandan yere dikey olarak tutturulmuş borulara bağlanmış, karnını ve vücudunu saran ipleri çekiştiriyordu. Elleri önden bağlıydı. Ayrıca ayak bilekleri de bağlanmıştı.
Uyuklayacağını farkettiği an korkuyla sarsıldı. Artık o adamın kendisini öldüreceğini biliyordu. Azar azar, yaralaya yaralaya… Onun istediği kendisini hemen öldürmek değildi, seks de değildi. O yalnızca acı çektirmek istiyordu.
Uyananık kalmak zorundayım, diye düşündü. Buradan kaçmalıyım. Eğer yine uyuyakalırsam, öleceğim.
Odanın ısısına rağmen çıplak vücudu terden buz gibi olmuştu. Eğilip yere baktı ve ayaklarının çıplak olduğunu gördü. Ayaklarının etrafındaki zeminde biriken, kuruyup katılaşmış kan lekeleri, onun buraya ilk bağlanan kişi olmadığını gösteriyorlardı. Giderek daha da panikliyordu.
Adam bir yere gitmişti. Odanın kapısı sıkıca kapanmıştı ama yine de geri gelebilirdi. Çünkü her seferinde böyle yapmıştı. Ve sonra kendisine çığlık attıracak, aklından geçen herhangi bir şeyi yapabilirdi. Pencereler levha ile kaplı olduğu için gece mi gündüz mü olduğunu anlayamıyordu. Görebildiği tek ışık tavandan sarkan çıplak ampülün parıltısıydı. Burası her neresiyse kimse onun çığlıklarını duyacağa benzemiyordu.
Buranın daha önce küçük bir kızın odası olup olmadığını merak etti. Her yerde tuhaf bir biçimde pembe, kıvrımlı işaretler ve peri masallarının motifleri vardı. Birisi -tahminen onun başka bir esiri – uzun bir süre boyunca etrafı dağıtmış, tabureleri, sandalyeleri ve sehpaları devirip kırmıştı. Yerler oyuncak bebeklerin gövdeleri ve uzuvları ile kaplanmıştı. Çoğu düzgünce örülmüş, oyuncak rengi gibi doğal olmayan renklerde küçük peruklar —Reba, bebek perukları olduğunu tahmin ediyordu— duvarlara kafa derisi gibi çivilenmişti. Kalp biçimindeki aynası paramparça olmuş pembe bir makyaj masası duvarın kenarında duruyordu. Diğer mobilya parçası, pembe gölgeliği yırtılmış, geniş tek kişilik yataktı. Esiri bazen burada dinleniyor olmalıydı.
Adam siyah kar maskesinin ardından, kara, yuvarlak gözleriyle ona bakıyordu. Önceleri adamın hep maske takmasından cesaret almıştı. Eğer yüzünü görmesini istemiyorsa bu, onu öldürmek istemediği ve serbest bırakabileceği anlamına gelmiyor muydu?
Ama daha sonra maskenin başka bir amaca hizmet ettiğini anladı. Maskenin ardındaki yüzün çekik bir çeneye ve eğimli bir alına sahip olduğunu söyleyebilirdi. Adamın özelliklerinin zayıf ve çirkin olduğundan emindi. Ayrıca, güçlüydü, kendisinden kısa boyluydu ve muhtemelen bu yüzden kendisini güvensiz hissediyordu. Daha korkunç görünmek için maske taktığını düşündü.
Kendisini incitmemesi için onunla konuşmaya çalışmaktan vazgeçmişti. Önce yapabileceğini sanmıştı. Sonuçta çok güzel olduğunu biliyorddu. Ya da en azından eskiden öyleydim diye düşündü kendi kendine.
Morarmış yüzünde ter ve gözyaşı birbirine karışmıştı ve kanın uzun sarı saçlarının içinde keçeleştiğini hissedebiliyordu. Gözleri acıyordu. Adam ona kontakt lens taktırmıştı ve bu yüzden iyi göremiyordu.
Allah bilir şu an nasıl görünüyorum.
Başını dik tutmaktan vazgeçti ve düşmesine izin verdi.
Öl artık, diye yalvardı kendi kendine.
Bunu yapmak yeterince kolaydı. Daha önce diğerlerinin burada öldüğünden emindi.
Ama yapamadı. Bunu düşünmek bile kalbinin deli gibi atmasına, nefesinin kesilmesine ve midesinin kasılmasına sebep oluyordu. Kısa bir süre sonra yavaş yavaş öleceğini biliyordu ve o anda içinde yeni bir duygu belirmeye başladı. Bu kez korku ya da panik değildi. Umutsuzluk da değildi. Bu, başka bir şeydi.
Bu hissettiğim ne?
Sonra farkına vardı. Bu öfkeydi. Kendisini esir alana karşı değil. O adama karşı uzun süredir öfke dolu olmak onu bitirmişti çünkü.
Bu benim, diye düşündü. Onun istediği şeyi yapıyorum. Çığlık attığımda, ağladığımda, hıçkırdığımda ve yalvardığımda onun istediği şeyi yapıyorum.
Adamın kendisini kamışla beslediği berbat çorbayı yudumlarken onun istediği şeyi yapıyordu. Kendisine ihtiyacı olan iki çocuk annesi olarak ne zaman hıçkırarak ağlasa onu sonuna kadar mutlu ediyordu.
Zihni yeni bir kararlılıkla temizlendi ve nihayet kıvranmayı bıraktı. Belki de farklı bir yol denemeliydi. Tüm bu süre boyunca iplere karşı çok ağır bir mücadele vermişti. Belki de bu şekilde davranması yanlıştı. Bu ipler, parmaklarını her bir tüpün uçlarına koyduğun ve ne kadar güçlü çekersen parmakları o kadar çok sıkıştıran, Çinlilerin küçük bambu parmak tuzağı oyuncaklarına benziyordu. Belki de maharet, planlayarak ve tamamen gevşemekti. Belki de kaçış yolu buydu.
Her acıyı, iplerin bedenine dokunduğu yerlerdeki her çürüğü hissederek, tüm kaslarını ve bedenini gevşetti. Ve yavaşça iplerin gerginlik yarattığı kısımların farkına vardı.
Sonunda ihtiyacı olan şeyi bulmuştu. Sağ ayak bileğinin etrafında hafif bir gevşeklik vardı. Ama açılmıyordu, yani şimdilik. Kaslarını gevşek tutmak zorundaydı. Bileğini usul usul oynattı ve ipler çözülene kadar sertçe devam etti.
Sonunda sevinçle, birden topuğu serbest kaldı ve sağ ayağını çıkardı.
Derhal yerleri gözden geçirdi. Sadece bir adım ötede, dağınık oyuncak parçalarının arasında, adamın av bıçağı yatıyordu. Adam daima bıçağı orada, kışkırtıcı derecede yakın bıraktığı için kahkahalarla gülerdi. Kana bulanmış bıçak, ışığın altında alay eder gibi parlıyordu.
Serbest kalan ayağını bıçağa doğru savurdu. Ayağını yükseğe savurduğu için ıskalamıştı.
Tekrar bedeninin gevşemesine izin verdi. Direkten sadece bir kaç santim aşağıya doğru kaydı ve bıçağa ulaşana kadar ayaklarını gerdi. Pis bıçağı ayak parmaklarının arasına sıkıştırdı, yerde sürükledi ve ayakları ile avucunun içine alana kadar dikkatlice kaldırdı. Bıçağın sapını uyuşmuş parmakları ile sıkıca kavradı ve bileklerini saran ipin etrafında döndürerek yavaşça sürttü. Adam içeri gelmeden önce bıçağı düşürmemek için nefesini tutarak ve umutla dua ederken, zaman durmuş gibiydi.
Sonunda bir kopma sesi duydu ve bir anda elleri serbest kaldı. Kalbi deli gibi atarken hemen belinin etrafındaki ipi kesti.
Özgürdü. Buna inanmıyordu.
Bir an yere çöktü ve öylece kaldı. Kan dolaşımının geri gelmesiyle birlikte elleri ve ayakları karıncalanıyordu. Gözlerindeki lensleri ittirerek çıkarmaya çalıştı. Dikkatlice bir yana kaydırdı, köşeye sıkıştırdı ve çekip çıkardı. Gözleri çok acımıştı ve lenslerin çıkmasıyla oldukça rahatlamıştı. Ellerinin içinde duran iki plastik diske baktığında, renkleri