Kılıç Ayini . Морган Райс

Kılıç Ayini  - Морган Райс


Скачать книгу
dokunulmadan bırakılacağını bildiği tek yapıydı. Ne de olsa, bir mezara saldırma zahmetine kim girerdi? Burası onun sığınma arayacağı ve kimsenin onu arama zahmetine girmeyeceğini bildiği geriye kalan tek yerdi. Saklanabileceği, tamamen kendi başına bırakılacağı bir yer. Ve kendi atalarıyla birlikte olabileceği bir yer. Gareth babasından ne kadar nefret etse de, garip bir şekilde, bu günlerde ona daha yakın olmak istediğini hissediyordu.

      Gareth açık alandan aceleyle geçti, paçavralaşmış pelerinini omuzlarına daha sıkı sararken esen soğuk bir rüzgâr titremesine yol açtı. Bir kış kuşunun keskin çığlığını duydu ve başını kaldırıp bakınca, yukarıda yükseklerde dönen iri, korkunç siyah yaratığı gördü. Kuşkusuz, attığı her adımda, gelecek yemeği olarak, kendisinin yere kapaklanmasını bekliyordu. Gareth onu suçlamakta zorluk çekiyordu. Son adımlarında yere düştü ve kuşa o an bulabileceği en iyi yemek olarak göründüğünden emindi.

      Gareth nihayet binaya ulaştı, dünya etrafında dönerken, yorgunluktan neredeyse hezeyan içinde, ağır demir kapının tokmağını iki eliyle yakaladı ve bütün gücüyle çekti. Kapı gıcırdadı ve onu çekip açmak bütün gücünü aldı.

      Gareth demir kapıyı arkasından çarparak aceleyle karanlığın içine girdi. Kapının çıkardığı ses arkasında yankılandı.

      Duvardaki yanmayan meşaleyi kaptı, nerede durduğunu biliyordu, çakmak taşını çarpıp merdivenlerden gittikçe karanlığın daha derinlerine inerken basamakları görmesine ancak yetecek kadar ışık veren meşaleyi yaktı. Daha derine indikçe içerisi daha da soğuk ve daha esintili hale geldi. Rüzgâr bir yolunu bulup aşağıya kadar iniyor, yapının ufak çatlaklarında ıslık çalıyordu. Kendisini sanki ataları ona homurdanıyor, onu azarlıyormuş gibi hissetmekten alıkoyamadı.

      “BIRAKIN BENİ!” diye bağırdı onlara.

      Sesi tekrar tekrar kriptin duvarlarında yankılandı.

      “ÇOK GEÇMEDEN ÖDÜLÜNÜZE KAVUŞACAKSINIZ HEPİNİZ!”

      Ancak rüzgâr hala ısrarla esmeyi sürdürdü.

      Gareth, öfke içinde, en sonunda bütün atalarının mermer lahitler içinde yattığı, on ayaklık tavanıyla, kazılmış büyük mermer odaya erişinceye kadar daha derine indi. Gareth tam bir ciddiyetle, adımları mermer üzerinde yankılanarak, salonun en sonuna, babasının yatmakta olduğu yere doğru yürüdü.

      Eski Gareth olsaydı, babasının lahdini parçalardı. Fakat şimdi, bilinmez bir sebeple, ona bir yakınlık hissetmeye başlıyordu. Bunu zar zor anlıyordu. Belki bu afyonun etkisinin azalmakta olmasındandı veya belki kendisinin de yakında ölmüş olacağını bilmesinden.

      Gareth uzun lahdin yanına geldi ve başını aşağı eğerek bunun üzerine kapandı. Ağlamaya başlaması kendisini de şaşırttı.

      Gareth, sesi boşluğun içinde yankılanarak “Seni özlüyorum baba” diye inledi.

      Yaşlar yüzünden aşağı dökülerek, nihayet dizleri zayıflayıp yorgunluk içinde mermerin yanına çöküp sırtını mezara dayayarak oturuncaya kadar ağladı da ağladı. Rüzgâr sanki yanıt verir gibi uğuldadı ve Gareth gittikçe daha az yanan, karanlığın içinde minik bir alev haline gelen meşaleyi yere bıraktı. Gareth yakında her tarafın kapkara olacağını ve kendisinin de en çok sevdiği insanlara katılacağını biliyordu.

      BEŞİNCİ BÖLÜM

      Steffen karamsar bir ruh hali içinde bomboş orman yolunda ilerliyor, ağır ağır Sığınma Kulesi’nden uzaklaşıyordu. Korumaya yemin ettiği kadını, Gwendolyn’i orada öyle bırakmak kalbini parçalıyordu. Onsuz o hiç bir şeydi. Onunla karşılaşmasından beri, nihayet hayatta kendisine bir amaç bulduğunu hissediyordu: ona göz kulak olmak, kendisi gibi basit bir hizmetkârın saflarda yükselmesine olanak sağladığı için hayatını ona borcunu geri ödemeye adamak. Her şeyden önemlisi, Gwendolyn’in görünüşüne bakarak hayatında ondan tiksinmeyen ve onu küçümsemeyen ilk insan olmasıydı.

      Steffen onun Kuleye güven içinde ulaşmasına yardımcı olduğu için gurur duymaktaydı. Fakat onu orada bırakmak içinde bir boşluk yaratmıştı. Şimdi nereye gidecekti? Ne yapacaktı?

      Korumak için yanında o olmadan, hayatı bir kez daha amaçsız hale gelmişti. Kraliyet Sarayı’na veya Silesia’ya geri gidemezdi: Andronicus her ikisini de mağlûp etmişti ve Silesia’dan kaçarken gördüğü tahribatı hatırladı. Aklında kalan son şey, kendi halkının hepsinin esir veya köle durumuna düşmesiydi. Geri dönmenin bir yararı olmayacaktı.  Ayrıca, Steffen tekrar Halka’yı geçmek ve Gwendolyn’den o kadar uzakta olmak istemiyordu.

      Steffen nereye gideceği aklına gelinceye kadar dolambaçlı orman patikalarından geçip, aklını başına toplamaya çalışarak, saatlerce nereye gittiğini bilmeden yürüdü. Bir tepeye, en yüksek noktasına kadar, kuzeye giden kır yolunu izledi ve bu gözetleme noktasından uzakta başka bir tepenin üstünde ufak bir kasaba bulunduğunu fark etti. Buna yollandı ve kasabaya erişirken dönüp baktığında, burasının ihtiyacı olan şeye sahip bulunduğunu gördü: Sığınma Kulesi’nin mükemmel bir manzarası.  Eğer Gwendolyn bir gün oradan ayrılmaya çalışırsa, ona refakat etmek, onu korumak için orada bulunabilecek şekilde yakında olmak istiyordu. Netice itibariyle, kendisinin bağlılık ve sadakati şimdi ona karşıydı. Bir orduya veya bir şehre değil, sadece ona. O kendisinin milletiydi.

      Steffen ufak, mütevazı köye erişirken, burada kalmaya karar verdi, daima Kuleyi gözleyebileceği ve onun için gözlerini dört açacağı bu yerde. Kapılardan geçerken burasının ne olduğu belirsiz, yoksul bir yer olduğunu gördü. Halka’nın en uzak çevresindeki bu ufacık köy güney ormanının içine öyle bir gizlenmişti ki, Andronicus’un adamları kuşkusuz bu tarafa gelme zahmetine bile katlanmamışlardı.

      Steffen düzinelerle köylünün şaşkın bakışları altında köye ulaştı. Yüzleri cehaletle ve merhamet yoksunluğu ile şekillenmiş köylüler ağızları açık ve doğduğundan beri başkalarından gördüğü o tanıdık aşağılama ve istihza ile ona bakıyorlardı. Hepsi birden onun görünüşünü incelerken, onların kendisiyle alay eden gözlerini görebiliyordu.

      Steffen dönüp kaçmak istedi, fakat kendisini bunu yapmamak için zorladı. Kule’ye yakın olması gerekiyordu ve Gwendolyn’in hatırına, her şeye katlanabilirdi.

      Bir köylü, diğerleri gibi paçavralar içinde kırklarında iri yarı bir adam, döndü ve niyeti bozuk bir şekilde ona doğru geldi.

      “Bakalım neymiş bu, bir tür deforme bir adam?”

      Diğerleri de dönüp yaklaşarak güldüler.

      Steffen sükûnetini korudu, bütün hayatı boyunca gördüğü böyle bir karşılamayı beklemekteydi. İnsanlar ne kadar taşralıysa, kendisiyle alay etmekten o kadar hoşlandıklarını fark etmişti.

      Steffen geriye yaslandı ve bu köylülerin sadece acımasız değil, fakat saldırgan olmaları ihtimaline karşılık omzunda asılı yayının hazır durumda olduğundan emin olmak istedi. Eğer yapması gerekirse, göz açıp kapayıncaya kadar içlerinden bir kaçını yere indirebileceğini biliyordu. Fakat buraya şiddet için gelmemişti. Sığınacak yer bulmak için buradaydı.

      Kalabalık ve gittikçe büyüyen bir tehditkâr köylü grubu etrafını sarmaya başlarken, biri “Rastgele bir çatlaktan daha fazla bir şey olabilir gibi görünüyor, değil mi?” diye sordu.

      “Üzerindeki alametlerden, öyle olduğunu söyleyebilirim,” dedi bir başkası. “Bu kraliyet zırhı gibi görünüyor.”

      “Ve şu yay—bu iyi bir deriden yapılmış.”

      “Oklarına


Скачать книгу