Ölümlülerin Rüyasi . Морган Райс
anladı.
“Lütfen,” dedi. “Daha.”
Ama yaratık suyu ona içirmek yerine suratına, gözlerine döktü ve Gwen ısınmış tenine akan soğuk suyun onu canlandırdığını hissetti. Gözkapaklarını kaplayan tozlar biraz silindi ve gözlerini daha da açabildi… Etrafında neler olup bittiğini görebilecek kadar açabilmişti.
Gwen dört bir yanında düzinelerce o yaratıklardan olduğunu, bunların ayaklarını sürüye sürüye çölde kapkara pelerinleriyle başlıklarıyla yürüdüklerini, kendi aralarında cıyaklama sesleriyle konuştuklarını fark etti. Birkaçının birilerini daha taşıdığını da görebildi ve Kendrick, Sandara, Aberthol, Brandt, Atme, Illepra, bebek, Steffen, Arliss, birkaç Gümüş askeri ve Krohn’u görünce rahatladı. Yaklaşık olarak bir düzine kişi taşınıyordu. Arkadaşları yanında taşınıyordu ve Gwen o sırada hayatta olup olmadıklarını anlayamıyordu. Ama hepsinin baygın halde yatışından, sadece ölü olduklarını varsayabiliyordu.
Hayal kırıklığına uğradı; Tanrı’ya bunun doğru olmaması için dua etti. Ama bu konuda karamsardı. Ne de olsa, orada kim hayatta kalabilirdi? Kendisinin bile kurtulduğundan hala emin değildi.
Gwen taşınmaya devam ederken gözlerini yumdu ve tekrar açtığında, uyuya kaldığını fark etti. Aradan ne kadar süre geçtiğini bilmiyordu, ama vakit henüz çok geç değildi ve iki güneş de gökte daha yeni alçalmaya başlamıştı. Onu hala bir yere taşıyorlardı. Bu yaratıkların kimler olduğunu merak etti; bir tür çöl gezgini, belki de orada yaşamayı başaran bir kabile olduklarını tahmin etti. Onu nasıl bulduklarını, nereye götürdüklerini düşündü. Bir yandan, onu kurtardıkları için memnundu, öte yandan onu öldürmek için mi bir yere götürdüklerini kimse bilemezdi. Kabile için yemek mi olacaktı?
Her halükarda, bu konuda bir şey yapamayacak kadar güçsüz ve bitkindi.
Gwen gözlerini açtı; aradan ne kadar süre geçtiğini bilmiyordu, ama bir hışırtı sesi onu uyandırmıştı. İlk başlarda, bunun çölün zemininde biraz ötede sürüklenen bir dikenli çalılık olduğunu sandı. Ama ses giderek artınca ve kesilmeyince, başka bir şey olduğunu anladı. Bir kum fırtınası gibiydi. Giderek şiddetlenen, amansız bir kum fırtınası.
Buna yaklaştıklarında, onu taşıyan o yöne döndüler ve Gwen etrafına bakınınca hiç şahit olmadığı bir manzarayla karşılaştı. Özellikle de buna giderek yaklaştıkları için midesini alt üst eden bir manzaraydı: Orada, belki elli adım kadar ileride şiddetli bir kum duvarı vardı ve gökte o kadar yükseklere ulaşıyordu ki, bir sonu olup olmadığını bile göremiyordu. Rüzgâr bunun arasından sert sert, zapt edilmiş bir kasırga gibi esiyordu. Kumlar şiddetle havada dönüyordu ve öylesine yoğundu ki Gwen arasında ne olduğunu bile göremiyordu.
Doğrudan bu şiddetli kum duvarına yürüdüler; ses o kadar yüksekti ki, kulakları sağır ediyordu. Gwen bunun sebebini merak etti. Ani bir ölüme yaklaşıyor gibiydiler.
“Geri dönün!” demeye çalıştı Gwen.
Ama sesi çatlaktı ve özellikle rüzgâr yüzünden kimsenin duyamayacağı kadar hafifti. Zaten onu duysalar bile dinleyeceklerinden emin değildi.
Gwen yaratıklar onu dönen kumdan duvara doğru götürürlerken kumların tenini sıyırdığını, birden iki yaratığın ona yaklaşıp üstüne uzun ve kalın bir örtü örttüklerini, bedenini ve suratını kapladıklarını hissetti. Yaratıkların onu korumak istediklerini anladı.
Bir saniye sonra, Gwen kendisini dönen şiddetli bir kum duvarının içinde buldu.
Duvarın içine girerlerken ses o kadar yüksekti ki Gwen sağır olacağını sandı ve bundan nasıl hayatta kalabileceğini merak etti. Ama sonra üstüne örtülen kanvas örtünün onu kurtardığını hissetti; kumaş suratının ve teninin şiddetli kum duvarı tarafından parçalanmasını engelliyordu. Göçebeler başlarını kum duvarından etkilenmemek için iyice önlerine eğmiş, adeta bunu daha önce pek çok kere yapmışlar gibi yürüyorlardı. Onu kumların arasına itmeye devam ettiler ve kumlar etrafında dönerken Gwen bunun hiç sona erip ermeyeceğini merak etti.
Sonra, nihayet sessizlik oldu. Gwen’in hayatında hiç tatmadığı kadar tatlı mı tatlı bir sessizlik etrafı kapladı. İki göçebe gelip üstündeki kanavası çektiler. Gwen kumdan duvarı aştıklarını ve diğer tarafa geçtiklerini gördü. Ama acaba neyin öteki tarafına geçtik diye düşündü.
En sonunda, onu taşımayı kestiler ve Gwen o anda tüm sorularının yanıtlarını alabildi. Onu yavaşça yere bıraktılar. Gwen hiç kıpırdamadan göğe bakarak öylece yattı. Birkaç kere gözlerini kırpıştırdı ve karşısındaki manzarayı idrak etmeye çalıştı.
Yavaş yavaş manzara netleşti. Son derece yüksek, taştan bir duvar gördü; duvar yüzlerce adım bulutlara kadar yükseliyordu. Her yöne doğru ilerliyor, ufukta gözden kayboluyordu. Bu yüksek yamaçların en tepesinde, Gwen siperler ve duvarlar gördü; bunların üstündeyse üstlerinde güneşin altında parıldayan zırhlar olan binlerce şövalye duruyordu.
Buna bir anlam veremedi. Orada nasıl olabilirler diye düşündü. Çölüm ortasında şövalyeler mi? Onu nereye getirmişlerdi?
Derken, bir anda irkilerek nerede olduğunu anladı. Aradıkları yeri bulduklarını ve Büyük Hiçliği aşıp oraya varabildiklerini fark ettiği anda kalp atışları hızlandı.
Orası gerçekti.
İkinci Halka’ya gelmişlerdi.
İKİNCİ BÖLÜM
Angel kafa üstü hızla aşağıdaki azgın denizin sularına doğru düştüğünü hissetti. Thorgrin’in bedeninin hala suyun altıdan olduğunu, baygın ve gevşek bir halde her saniye daha da derinlere battığını görebiliyordu. Onun birkaç saniye içinde ölebileceğini ve gemiden atladığı anda atlamamış olsaydı onun kesinlikle bir yaşama şansı olmayacağını biliyordu.
Onu kurtarmaya niyetliydi… Canını kaybedecek, orada onunla birlikte ölecek olsa da bunu yapacaktı. Nedenini gerçekten de anlayamıyordu, ama adasında ilk karşılaştıkları andan beri onunla arasında yoğun bir bağ olduğunu hissediyordu. Thor tanıdığı kişiler arasında cüzamından korkmayan, buna rağmen ona sarılan, onu normal bir kişi olarak gören ve bir dakika bile ondan uzak durmamış olan ilk kişiydi. Angel ona çok şey borçlu olduğunu, derin bir sadakat beslediğini ve bedeli ne olursa olsun hayatını onun için feda edebileceğini hissediyordu.
Suya çarpıp battığında, teninin buz gibi sularla adeta kesildiğini hissetti. Bir milyon tane hançer bedenine saplanıyor gibiydi. Su o kadar soğuktu ki, onu irkiltmişti. Daha da derinlere dalmak için nefesini tuttu ve bulanık suda gözlerini açıp Thorgrin’i aramaya koyuldu. Karanlıkta onu giderek daha da derinlere battığını hayal meyal görür gibi oldu. Bacaklarını tekrar tekrar çarpıp elini uzattı ve aşağı doğru hızlanıyor olmasını kullanarak onu yakasından yakaladı.
Thor düşündüğünden daha ağırdı. İki kolunu onun boynuna dolayıp arkasına döndü ve bacaklarını güçle çırparak gücünün tamamını suya daha fazla batmamaları ve yukarı doğru gidebilmek için kullandı. Angel iri yarı ve güçlü değildi, ama büyürken bacalarının bedeninin üst kısmının sahip olmadığı bir güce sahip olduğunu öğrenmişti. Kolları cüzam yüzünden güçsüzdü, ama bacakları esas becerisiydi, bir erkeğinkinden de güçlüydü. O sırada, canlarını kurtarmak için bacaklarını çırpıyor, yüzeye doğru yüzüyordu. Bir adada büyükten öğrendiği bir şey varsa, bu da yüzmekti.
Angel bulanık suyun derinliklerinden giderek yüzeye doğru yüzdü, yukarı baktı ve oradaki dalgaların arasından aşağıya yansıyan günışığını gördü.
Haydi!