Arena Bir . Морган Райс
sonra, her şeye rağmen, kiraz, hatta az da olsa elma ve armudun yetiştiği bostanlar bile var. Arada bir, şansımız yaver giderse bir tavşan bile yakalayabiliyoruz.
Fakat kışlar tahammül edilemez. Her şey donmuş veya ölmüş durumda. Geçen her yılla beraber, bizim sonumuzun da böyle olacağından iyice emin oluyorum. Bu kış ise şimdiye dek yaşadıklarımızın en kötüsü. Kendimi işlerin düzeleceğine dair ikna etmeye çabalıyorum; ancak karnımıza bir şey girmeyeli günler oldu ve kış da henüz yeni başlamış sayılır. İkimiz de açlıktan bitap düştük ve üstüne üstlük Bree de hastalandı. Bu iki durum pek de hayra alamet sayılmaz.
Dün attığım talihsiz adımları takip ederek, yemek bulma umuduyla dağa doğru güçlükle ilerlerken, artık hiçbir şansımızın kalmadığını hissetmeye başlamıştım. Bree'nin öylece
uzanmış bir halde beni bekliyor oluşu, yığılıp kalmamı engelleyen tek düşünceydi. Kendime acımayı bir kenara bırakıp, Bree'nin suratını aklıma getirmeye çalıştım. Hastalığı için ilaç bulamayacağıma eminim, ancak bunun geçici bir soğuk algınlığı olduğunu ve iyi bir yemekle, biraz ısınmanın tedavi için yeterli olacağını umuyorum.
Asıl ihtiyacı olan şey, ateş. Fakat şöminemizi artık kullanmıyorum. Köle tacirlerinin çıkacak duman ve koku sayesinde yerimizi tespit etmeleri riskini göze alamam. Fakat bugün ona bir sürpriz yapacağım. Kısa bir süreliğine olsa da, şansımızı deneyeceğim. Bu, şömine ateşine bayılan Bree'nin moralini yerine getirecektir. Hele bir de buna eşlik edebilecek bir yemek bulabilirsem (bu bir tavşan gibi küçük bir şey bile olabilir), iyileşme süreci hepten hız kazanacak. Sadece fiziksel olarak iyileşmesinden bahsetmiyorum. Son birkaç gündür umudunu kaybetmeye başladığını fark ettim (Bunu gözlerinden anlayabiliyorum). Onun güçlü kalmasına ihtiyacım var. Hiçbir şey yapmadan oturup, gözlerimin önünde yitip gitmesine izin veremem. Tıpkı annemizin de başına geldiği gibi.
Yüzüme tokat gibi çarpan ani rüzgar bu sefer o kadar uzun ve acımasız ki, kafamı eğerek, geçmesini bekliyorum. Rüzgar kulaklarımın içinde uğulduyor. Ah, bu havalara uygun bir palto için neler yapmazdım ki. Yıllar önce yol kenarında bulduğum kapüşonlu bir svetşörtü giyiyorum. Sanırım bir oğlan çocuğuna aitti, bu sevindirici bir şey. Çünkü uzun kollarını kıvırarak, eldivenmişler gibi kullanabiliyorum. 170 santimetre civarlarında olan boyum pek de kısa sayılmaz. O yüzden
bu svetşörtün sahibi kimse, epey uzun biri olmalı. Acaba onun kıyafetini giydiğimi bilse bunu kafasına takar mıydı diye merak ediyorum. Sonra büyük ihtimalle ölmüş olduğu aklıma geliyor. Tıpkı diğer herkes gibi.
Pantolonumun durumu da pek farklı değil: onca yıl önce şehirden kaçtığımızdan beri halen aynı pantolonu giydiğimi utançla fark ediyorum. Pişmanlık duyduğum tek bir şey var ise o da şehri bu kadar alelacele terk edişimizdir. Sanırım burada, yukarlarda bir yerlerde halen açık bir dükkan bulabileceğimi ya da en azından Kurtuluş Ordusu2 benzeri bir şeyle karşılaşacağımı düşünmüş olmalıyım. Bu düşüncelerim aptalca; çünkü kıyafet satan dükkanların hepsi çoktan yağmalandı. Sanki bir gecede dünya bolluk içindeki bir yerden, kıtlığın kol gezdiği bir yere dönüşmüştü. Babamın evindeki çekmecelerde tek tük giyecek bir şeyler bulabilmiştim. Bunları Bree'ye verdim. Babamın kıyafetlerinin ve çoraplarının onu sıcak tutacak olması içimi rahatlatmıştı.
Rüzgar sonunda kesiliyor. Tekrar esmeye başlamadan önce başımı doğrultup, düzlüğe varana kadar iki katı bir hızla ilerlemeye başlıyorum.
En tepeye vardığımda, sızlayan bacaklarımın üstünde zorla nefes alarak, etrafa göz gezdiriyorum. Ağaçların daha seyrek olduğu bu bölgenin ilerisinde küçük bir göl var. Bu göl de diğerleri gibi donmuş bir halde ve üzerinden yansıyan güneş ışınları o kadar keskin ki gözlerimi kısmak zorunda kalıyorum. Derhal önceki gün iki kayanın arasına sıkıştırdığım oltama bakıyorum. Gölün üzerine doğru bükülü halde, ucundan sarkan uzun bir ip parçası, buzun üzerindeki küçük bir delikten içeri doğru sarkıyor. Eğer olta eğik vaziyette ise bu akşam Bree'nin karnı doyacak demektir. Eğer değilse, hiçbir şey yakalayamadığını anlayacağım, önceki günlerde de olduğu gibi. Durumun ne olduğunu anlamak için bir ağaç kümesinin içinden, karları aşarak geçiyorum.
Olta dümdüz. Hiç şaşırmadım.
Yüreğim parçalanıyor. Küçük baltamla, buzun üzerinde başka bir küçük delik açsam mı diye düşünüyorum. Ama bunun bir şeyi değiştirmeyeceğini çoktan biliyorum. Sorun olan deliğin yeri değil, gölün ta kendisi. Toprak kazıp solucan bulamayacağım kadar donmuş bir halde. Hem zaten nereyi kazmam gerektiğini de bilmiyorum. Doğuştan gelen bir avcılık veya tuzak kurma yeteneğim yok. Yolumun buralara varacağını bilsem, çocukluk yıllarımı izcilere katılarak, hayatta kalma yöntemlerini öğrenmekle geçirirdim. Fakat şu an yaptığım her işte kendimi o kadar yetersiz hissediyorum ki. Nasıl tuzak kurulacağını bilmemem bir yana, balıkçılık yeteneğim karnımızı doyurmaya yetmiyor.
Babamın kızı, yani bir deniz piyadesinin kızı olarak iyi bildiğim tek şey olan dövüşmek, burada hiçbir işe yaramıyor. Hayvanlar alemine karşı bu kadar çaresiz olsam bile, en azından iki bacaklılara karşı kendimi koruyabilirim. Gençliğimden itibaren, istesem de istemesem de, babam onun, yani bir deniz piyadesinin kızı olmam ve bununla gururlanmam için oldukça ısrarcıydı. Tabii aynı zamanda hiç sahip olamadığı oğlu olmamı da istiyordu. Beni boks, güreş ve çeşitli dövüş sanatları kurslarına kaydettiriyordu. Bir bıçağın nasıl kullanılması gerektiği, silahların nasıl ateşleneceği, vücuttaki basınç noktaları ve bel altı dövüşmenin kurallarını bana uzun uzun öğretti. Bunlardan daha önemli ise güçlü olmamı, asla korkup, ağlamaman gerektiğini bana sürekli hatırlattı.
İşin komik tarafı ise bana öğrettiği şeyleri kullanma şansını asla bulamamış olmam. Öğrettiği şeylerin bu dağın başında bana hiçbir faydası dokunmuyor. Çünkü burada benden başka tek bir kişi dahi yok. Asıl bilmem gereken şey, tekmelerimi nasıl savuracağım değil, yiyecek bir şeylere hangi yollardan ulaşabileceğim. Eğer başka birisiyle karşılaşırsam, yapacağım şey onu yere yıkmak değil, yardım istemek olacaktır.
Yukarlarda bir yerlerde daha küçük başka bir göl olduğunu hatırlıyorum. Kendimi maceraya yatkın hissettiğim bir yaz günü, dağın üst kısımlarına doğru çıkmıştım. Geçen yazdan beri gitmediğim bu göl, yarım kilometrelik dik bir yokuşun bitiminde yer alıyordu.
Kafamı yukarı doğrultup, iç geçiriyorum. Kırmızımsı tonlara bürünmüş olan asık suratlı güneş, çoktan batmaya başlamıştı bile. Şu an yapmak isteyebileceğim son şey daha da yukarılara çıkmak. Çünkü kalan son enerjimi de, aşağıya varabilmek için harcamam gerekiyor. Son günlerde ne zaman yalnız başıma kalsam, babamın sesi kafamın içinde gittikçe güçleniyor. Kendime kızarak, bunu engellemeye çalışıyorum. Ancak bir şekilde, başarısız oluyorum.
"Moore, sızlanmayı kes ve ilerlemeye devam et!"
Babam bana her zaman soyadımla hitap etmeyi sevmiştir. Benim bundan rahatsızlık duymam, onu ilgilendirmiyordu.
Eğer şimdi geri dönersem, Bree bu gece aç kalacak. Aklıma gelen en iyi fikir, yemek bulmak için son şansım olan yukardaki o göl. Ayrıca Bree'nin ısınmasını da istiyorum. Fakat buradaki bütün odunlar ıslak bir vaziyetteler. Rüzgarın daha güçlü olduğu üst kesimlerde, çıra olarak kullanabileceğim kurulukta odunlar bulabilirim. Dağa doğru bir bakış daha atıyorum ve tırmanmaya karar veriyorum. Oltam yanımda, kafamı eğerek yürüyüşe başlıyorum.
Kasıklarıma batan milyonlarca iğne ve ciğerlerimi delen soğuk hava, her bir adımımı ıstıraba döndürüyor. Rüzgar hızlanırken kar, tıpkı bir zımpara kağıdı gibi