Kanaldaki Kadın. Пер Валё
yapmadığı bir sürü şey gibi…
Şapkasını taktı, odasının kapısını kilitledi ve merdivenlerden aşağı indi. Otelin lobisindeki sandalyeler ve koltuklar bir sürü gazeteciyle doluydu ve askıyla bağlanmış, katlanmış tripodları olan iki fotoğraf makinesi çantası yerde duruyordu. Basın fotoğrafçılarından biri girişe yakın bir duvara sırtını dayamış sigara içiyordu. Çok genç bir adamdı. Sigarasını ağzının kenarına aldı ve vizörden bakmak için Leica marka fotoğraf makinesini kaldırdı.
Martin Beck grubun yanından geçerken şapkasını yüzüne indirdi, başını omzuna doğru içeri çekti ve dümdüz yürüdü. Sadece refleks olarak yaptığı bu hareket her seferinde birini gıcık ediyor gibiydi çünkü muhabirlerden biri, şaşırtıcı derecede asık bir yüz ifadesiyle şöyle dedi:
“Eee, bu akşam soruşturma ekibi liderleriyle yemek olacak mı?”
Martin Beck ne dediğini kendisi bile anlamadan bir şeyler mırıldandı ve kapıya doğru ilerlemeyi sürdürdü. Kapıyı açtığı an, fotoğrafçının fotoğraf çektiğini bildiren klik sesini duydu.
Makinenin görüş alanından çıktığını düşünene dek hızlı hızlı sokaktan aşağı yürüdü. Sonra durdu ve on saniye kadar kararsız bir şekilde bekledi. Yarısı içilmiş sigarasını mazgala attı, omuz silkti ve taksi durağına gitti. Arka koltuğa yığıldı, sağ elinin işaret parmağıyla burnunun ucunu ovuşturdu ve otele doğru baktı. Şapkasının kenarından, lobide onunla konuşan adamı gördü. Gazeteci otelin hemen önünde dikiliyordu, taksinin arkasından baktı. Ama sadece bir saniyeliğine. Sonra o da omuz silkip otele girdi.
Basın mensupları ile Ulusal Polis Teşkilatı’nın Cinayet Masası personeli çoğu zaman aynı otelde kalırdı. Bir suçu çabucak ve başarıyla çözdükten sonra sık sık son akşamı hep birlikte yemek yiyip içerek geçirirlerdi. Yıllar içerisinde bu bir geleneğe dönüşmüştü. Martin Beck bundan hiç hoşlanmazdı, oysa birçok meslektaşı aksini düşünüyordu.
Pek fazla kendi başına kalmamış olmasına rağmen yine de burada bulunduğu kırk sekiz saat içinde Motala hakkında bir şeyler öğrenmişti. En azından sokak isimlerini biliyordu. Taksinin geçtiği sokakların isimlerini takip etti. Sürücüye köprüde durmasını söyledi, parasını ödeyip arabadan indi. Elleri korkuluklara dayalı kanala doğru baktı. Orada dururken sürücüden yol parası için makbuz almayı unuttuğunu, kendi doldurmaya kalksa ofiste kesin saçma sapan bir pürüz çıkacağını fark etti. En iyisi dilekçe yazmaktı, böylece talebi daha dikkate alınırdı.
Kanalın kuzey tarafındaki yol boyunca yürürken aklında hâlâ bu mesele vardı.
Sabah saatlerinde birkaç kez sağanak yağış olmuştu, hava temiz ve ferahtı. Yolun tam ortasında durdu, havayı içine çekti. Yabani çiçeklerin ve ıslak çimenlerin serin, temiz kokusunu hissetti. Ona çocukluğunu anımsatmıştı, tabii sigara dumanı, benzin kokusu ve balgam yüzünden koku alma duyusu körelmeden önceydi bu. Bu günlerde bu keyfi pek sık yaşamıyordu.
Martin Beck beş kanal havuzunu geçti ve deniz suru boyunca yürümeye devam etti. Kanal havuzlarının civarı ile dalgakıran tarafına bir sürü küçük tekne bağlıydı ve açıkta birkaç yelkenli görülebiliyordu. Mendireğin kırk beş metre ötesinde, alçaktan geniş daireler çizerek uçan martıların bakışları altında, tarak dubasının kepçesi tangır tungur çalışıyordu. Kepçenin dipten ne çıkaracağını merakla bekleyen martılar kafalarını sağa sola oynatıyorlardı. Martıların gözlem güçleri ve sabırları hayranlık uyandırıcıydı, vazgeçmeden beklemeleri ve iyimserlikleri de öyle. Martin Beck’e Kollberg ve Melander’i anımsatıyorlardı.
Martin Beck dalgakıranın ucuna yürüyüp bir süre orada dikildi. Kızın, daha doğrusu saldırıya uğramış bedeninin, gelip geçenin inceleyebileceği şekilde tenteye yatırılmış olarak uzandığı yer burasıydı. Birkaç saat sonra, ellerinde sedyeyle gelen üniformalı, iş bilir iki adam tarafından götürülmüş, vakti gelince işi bunu yapmak olan yaşlıca bir beyefendi tarafından yarılarak açılmış, detaylı şekilde incelenmiş ve morga gönderilmek üzere tekrar dikilip kapatılmıştı. Martin Beck buna şahit olmamıştı. Her zaman şükredilecek bir şey vardı.
Martin Beck ellerini arkasında kavuşturmuş, ağırlığını bir topuğundan diğerine vererek dikildiğini fark etti, devriye polisliği yaptığı yıllardan kalma, bilinçsizce sürdürdüğü ve kırılması neredeyse imkânsız bir alışkanlık. Ayakta durmuş, ilk rutin soruşturma sırasında çizilen tebeşir izlerinin yağmur tarafından çoktan yıkandığı yerdeki gri ve hiçbir ilginçliği olmayan zemine bakıyordu. Martin bunu yaparak epey oyalanmış olsa gerekti çünkü çevresinde bir dizi değişiklik olmuştu. Kafasını kaldırıp baktığında küçük, beyaz bir yolcu gemisinin epey hızlı bir şekilde kanal havuzlarından birine yaklaştığını gördü. Tarak dubasının yanından geçerken yirmi kadar fotoğraf makinesi ona çevrildi ve durumu daha da abartılı hale getirirmiş gibi, taramayı yürüten baştarakçı da kabininden çıkıp yolcu gemisinin fotoğrafını çekti. Martin Beck mendirekten geçen gemiyi gözleriyle takip ederken bazı çirkin ayrıntıları fark etti. Geminin gövdesinde biçimli çizgiler vardı ama direği kesilmişti ve eskiden yüksek, düz ve güzel olduğu belli olan bacanın yerinde tuhaf, modern, küçük bir teneke kapak duruyordu. Geminin içinden bir şeyin gümbürtüsü geliyordu. Bu dizel motor olmalıydı. Güverte turist doluydu. Hemen hemen hepsi yaşlı ya da orta yaşlıydı ve birçoğu çiçek şeritli hasır şapka takıyordu.
Geminin adı Juno’ydu. Martin, Ahlberg’in ilk tanıştıkları gün bu addan bahsettiğini hatırladı.
Şimdi dalgakıranın üstünde ve kanal rıhtımı boyunca bir sürü insan vardı. Kimileri balık tutuyor, kimileri güneşleniyordu ama çoğu gemiyi seyretmekle meşguldü. Martin Beck, saatler sonra ilk kez konuşmak için bir sebep buldu.
“Bu gemi her gün hep bu saatte mi geçiyor?”
“Evet, Stockholm’den geliyorsa öyle. Saat yarımda. Diğer yöne giden daha sonra geliyor, dörtten hemen sonra. Vadstena’da buluşuyorlar. Orada demir atıyorlar.”
“Burada bir sürü insan var, kıyıda yani.”
“Gemiyi görmeye buraya iniyorlar.”
“Hep bu kadar insan oluyor mu?”
“Genellikle.”
Konuştuğu adam ağzındaki pipoyu çıkarıp suya tükürdü.
“Öylece dikilip bir grup turisti izlemekten zevk alıyorlar herhalde.”
Martin Beck kanalın kıyısı boyunca geri yürürken küçük yolcu gemisinin yanından tekrar geçti. Şimdi yarısına kadar gelmiş olduğu üçüncü kanal havuzunda sakince yükseliyordu. Bazı turistler karaya inmişti. Bazısı geminin fotoğrafını çekiyordu, diğerleri de kıyıdaki büfeye üşüşmüş, kartpostal ve Hong Kong’da üretildiği kesin olan plastik hediyelik eşyalar alıyordu.
Martin Beck’in zaman sıkıntısı olduğu pek söylenemezdi, bu nedenle devlet bütçesine içten içe duyduğu saygıdan dönüşte taksi yerine otobüse bindi.
Otelin lobisinde hiç gazeteci yoktu, resepsiyona mesaj bırakan da olmamıştı. Odasına çıktı, masaya oturdu ve Meydan’a baktı. Aslında polis merkezine gitmesi lazımdı ama öğle yemeğinden önce iki kere uğramıştı zaten.
Yarım saat sonra Ahlberg’e telefon etti.
“Selam. İyi oldu aradığın. Savcı burada.”
“Ve?”
“Saat altıda basın toplantısı düzenleyecek. Endişeli görünüyor.”
“Öyle mi?”
“Senin