Polis Katili. Пер Валё
biliyorum,” dedi Rhea mutlu bir şekilde. “Sinemaya gittim, sonra da Butlers’da bir şeyler yedim.”
“İyi geceler.”
“Tek istediğin bu muydu?”
“Hayır, ama bekleyebilir.”
“İyi uykular, sevgilim,” dedi Rhea ve telefonu kapattı.
Martin Beck bir şarkı mırıldanarak dişlerini fırçaladı. Eğer birisi orada olup da duysaydı muhtemelen çok garipserdi.
Ertesi gün tatildi. Azizler Yortusu. Yine de birilerinin tatilini her zaman zehir edebilirdi. Malmö’deki Månsson’un mesela.
6
“Ben ömrüm boyunca birçok hödükle tanıştım,” dedi Per Månsson, “ama Bertil Mård kadarını görmedim.”
Månsson’un Regements Caddesi’ne bakan balkonunda oturmuş, güzel günün keyfini çıkarıyorlardı.
Martin Beck, sırf eğlencesine Malmö otobüsüne binmişti ve muhtemelen Sigbrit Mård’ın bitiremediği yolun tümünü seyahat edip bitirmişti.
Aynı zamanda otobüs şoförünü sorguya çekmeyi denemişti ama beyhudeydi çünkü adam yedek şofördü ve o gün mesaide değildi.
Månsson iri yarı, keyfine düşkün bir tipti, yaşamı hafife alırdı ve pek abartılı tabirler kullanmazdı. Ancak şimdi şöyle dedi:
“O adam bence hödüğün önde gideniydi.”
“Deniz kaptanlarının çoğu tuhaftır,” dedi Martin Beck. “Genellikle çok yalnız oluyorlar, eğer baskıcı tiplerse, çok haşin ve otokrat davranabiliyorlar. Dediğin gibi, ayıya dönüşüyorlar. Tek konuştukları insan, şefleri oluyor.”
“Şefleri mi?”
“Baş Makinist.”
“Ah.”
“Çoğu çok içki içer ve tayfasına zorbalık eder. Ya da onlar yokmuş gibi davranır. Arkadaşlarıyla konuşmaz bile.”
“Gemiler hakkında çok bilgilisin.”
“Evet, hobimdir. Bir keresinde bir gemide geçen bir dosyayı çözmüştüm. Cinayet. Hint Okyanusu’nda. Bir yük gemisinde. Hayatımda üstünde çalıştığım en ilginç dosyaydı.”
“Eh, ben Malmöhus’un kaptanını tanıyorum. Gayet düzgün bir arkadaş.”
“Yolcu gemileri genelde farklıdır. Sahipleri farklı bir memur yerleştirir oraya. Sonuçta, kaptanlar yolcularla sosyalleşmek zorunda kalır. Büyük gemideyse, bir kaptan masası vardır.”
“O ne?”
“Yemek salonunda kaptanın kendine ait masası. Birinci sınıf yolculardan en ağır topları ağırlayıp eğlendirmek için.”
“Anladım.”
“Fakat Mård şileplerle denize açılırdı. Arada keskin bir fark var.”
“Evet, adam bildiğin kibirliydi,” dedi Månsson. “Bana bağırdı ve karıma küfretti. Aşağılık herif. Kendini çok ahım şahım bir şey sanıyordu. Kaba ve ukala. Ben gayet rahatımdır ama orada resmen tepem attı. Bunun için çok uğraşılması gerek.”
“Geçimini nereden kazanıyor?”
“Limhamn’da bir birahanesi var. Hep aynı hikâye. Ekvador’da mı, Venezuela’da mı ne, karaciğeri iflas edene kadar içmiş. Orada bir süre hastanede yatmış. Sonra şirketi onu eve postalamış. Temiz sağlık belgesi vermemişler, böylece bir daha gemide çalışamamış. Anderslöv’de karısının yanına taşınmış ama geçinememişler. Şişenin dibini görüp kadını dövmüş. Kadın yaka silkmiş, ondan kurtulmak istemiş. Ama adam istememiş. Yine de kadın boşanmayı başarmış.”
“Nöjd, onun ayın 17’si için iyi bir mazereti olduğunu söyledi.”
“Evet, sayılır. Alem yapmak için feribotla Kopenhag’a gitmiş. Ama çürük bir mazeret bu. Bence. Ön salonda oturduğunu iddia ediyor. Feribot bugünlerde on ikiye çeyrek kala kalkıyor, eskiden tam on ikide kalkardı. Adam salonda yalnız olduğunu ve garsonun akşamdan kalma olduğunu söyledi. Ekipten bir kişi içeride bozuk para atılan makineyle oynuyormuş sadece. Ben de genelde o vapura binerim. Garson, ki adı Sture, her zaman akşamdan kalmadır, göz altları torba torba. Ve aynı çalışan, genellikle orada dikilip makineye bir kronluk bozukluk atar.”
Månsson içkisinden höpürdeterek bir yudum içti. Hep aynı şeyi içerdi, cin ve üzüm suyu aromalı soda karışımı. Bu bir Finlandiya-İsveç spesiyaliydi, Gripenberger adını pek tanınmayan bir memur ve asilzadeden almış.
Malmö’de hava güzeldi. Şehir pek yaşanabilir bir yer değildi.
“Bence Bertil Mård ile şahsen konuşmalısın,” dedi Månsson.
Martin Beck başıyla onayladı.
“Feribottaki tanık onun kimliğini teyit etti,” dedi Månsson. “Hafızana kazınıyor dış görünüşü. Tek sıkıntı, bu tür olaylar her gün yaşanıyor. Feribot buradan aynı saatte, genelde aynı yolcularla yola çıkıyor. Çalışanların, iki hafta sonra birisini hatırlamasına bel bağlayamazsın, doğru günü mü hatırlıyorlar, emin olamazsın. Sen adamla kendin bir konuş, bakalım sen ne düşüneceksin.”
“Ama sen onu çoktan sorguya çektin, değil mi?”
“Evet ve pek ikna olmadım.”
“Arabası var mı?”
“Evet. Batı Yakası’nda oturuyor, kolun uzunsa buradan bir taş atımı uzaklıkta. Mäster Johans Caddesi no 23. Anderslöv’e arabayla gitmesi yarım saatini alır. Aşağı yukarı.”
“Bunu nereden çıkardın?”
“Ara sıra gidip gelmiş sanki.”
Martin Beck soruyu üstelemedi.
Günlerden 3 Kasım Cumartesi’ydi ve yaz havası vardı. Aynı zamanda tatildi, Azizler Günü’ydü, ama Martin Beck, buna rağmen Kaptan Mård’ın huzurunu bozmayı planlıyordu. Adamın dindar olma ihtimali oldukça düşüktü.
Kollberg’den hiç ses çıkmamıştı. Belki de Växjö’yü beğeneceği tutmuştu da bir gün orada takılmaya karar vermişti. İyi ama neresini beğenecekti ki? Belki de birisi yasa dışı kerevitlerle onu baştan çıkarmıştı. Elbette dondurulmuş kerevit artık bulunuyordu ama Kollberg kolay kolay kanmazdı. Hele hele kerevit konusunda.
Rhea o sabah telefon edip neşesini yerine getirmişti. Her zamanki gibi. Bir yıl içinde Martin Beck’in hayatını değiştirmiş ve onu bir zamanlar sevdiği, ona iki çocuk ve çokça güzel anlar veren bir kadınla sürdürdüğü yirmi yıllık evlilikten daha fazla tatmin etmişti. Rahatlıkla sayabilirdi. Bu yüzden ‘vermek’ kötü bir kelimeydi. Bu işte birliktelerdi, değil mi? Evet, belki öyleydi ama Martin Beck hiçbir zaman karısıyla bu hissi yaşamamıştı.
Rhea Nielsen ile her şey bambaşkaydı. Özgür ve açık bir ilişki yaşıyorlardı. Belki de fazla özgür ve fazla açıktı, arada bir Martin Beck böyle hissediyordu. Ama öncelikle ve hepsinden önemlisi, bu garip biçimde kusursuz kadına karşı olan sevgisini aşan bir birliktelik bilinci yaşıyordu. Onunla birlikte, daha önce hiç mümkün olmayan bir biçimde insanlarla sıkı fıkı olmaya başlamıştı. Rhea’nın Stockholm’deki binası diğer apartmanlardan oldukça farklıydı. Buraya komün de diyebilirdiniz, ancak bu hafife alınmış terimin garantilediği ama çoğunlukla hayali olan, negatif imaları barındırmıyordu. Komün hayatı yaşayan insanlar esrar içer, tavşan gibi sevişirdi. Günün geri kalanında bir sürü saçmalık geveler ve makrobiyotik gıdalar yerlerdi, kimse çalışmaz, günlük yaşarlardı. Komün üyeleri genelde