Polis Katili. Пер Валё
şekilde.
“Kimliğini gösterebilir misin?” dedi birinci polis memuru.
Martin Beck elini arka cebine soktu ama vazgeçti. Kolunu indirdi.
“Evet,” dedi. “Ama göstermesem daha iyi.”
Topuğunun üstünde arkaya dönüp bavuluna doğru yürüdü.
“Duydun mu?” dedi polis gene. “Göstermese daha iyiymiş. Kendini kabadayı sanıyor. Ne dersin?”
Öyle bir dalga geçiyordu ki sözleri yere tuğla gibi düşüyordu.
“Ah, boş ver gitsin,” dedi arabayı süren adam. “Bu akşam başka dertle uğraşmayalım, tamam mı?”
Kızıl saçlı polis Martin Beck’e uzun süre baktı. Sonra bir mırıltı oldu ve araba yavaşça uzaklaşmaya başladı. Yirmi metre ötede araba gene durdu ve içindeki polisler onu dikiz aynasından izledi.
Martin Beck başka tarafa bakıp derin bir iç geçirdi.
Şu anda orada öylece dikilirken herkese benzetilebilirdi.
Son bir yıldır, bazı polis tavırlarından kurtulmayı başarmıştı. Artık durmadan ellerini arkada birleştirmiyordu mesela, kısa bir süre aynı noktada dikilebiliyor, ille de topuklarının üstünde sallanmıyordu.
Azıcık kilo almış olmasına rağmen, elli bir yaşında, hâlâ uzun boylu, zinde, yapılı bir adamdı, çok hafif kambur duruyordu. Ayrıca eskisinden daha rahat giyiniyordu, artık giysi seçiminde özellikle genç işi parçalar yani sandalet, Levi’s kot, boğazlı kazak ve mavi bir Dacron ceket seçiyordu. Öte yandan, polis teşkilatındaki bir başkomisere göre yine de aykırıydı.
Devriye arabasındaki iki polis memuru için bunları yutmak zordu. İkisi hâlâ bu duruma kafa patlatadursun, domates rengi bir Opel Ascona terminal binasının önüne yanaşıp aniden fren yaptı. İçinden bir adam inip arabanın etrafından yürüdü.
“Nöjd?” dedi.
“Beck.”
“Genelde herkes buna sırıtır.”
“Sırıtır mı?”
“Yani genelde Nöjd dediğimde buna herkes güler.”
“Anladım.”
Martin Beck öyle her şeye kahkahalar patlatan biri değildi.
“Bir polis için komik bir isim olduğunu kabul etmek lazım. Herrgott Nöjd. Dolayısıyla kendimi genelde böyle tanıtırım, soru soruyormuş gibi. Nöjd? İnsanlar bir acayip olur.”
Bavulu arabanın bagajına tıktı.
“Geç kaldım,” dedi. “Uçağın nereye ineceğini kimse bilmiyordu. Her zamanki gibi Kopenhag olur diye şansımı orada deneyeyim dedim. Bu yüzden buraya indiğini öğrendiğimde çoktan Limhamn’daydım. Kusura bakma.”
Martin Beck’e soru sorar gibi baktı, sanki bu yüce misafirinin bu duruma bozulup bozulmadığını anlamaya çalışıyordu.
Martin Beck omuz silkti.
“Önemli değil,” dedi. “Acelem yok.”
Nöjd devriye aracına doğru baktı, motor rölantide, aynı noktada duruyordu.
“Burası benim bölgem değil,” dedi sırıtarak. “Onlar Malmö’den. Tutuklanmadan evvel gitsek iyi olur.”
Adam resmen her an her şeye gülmeye hazırdı, dahası gülüşü içten ve bulaşıcıydı.
Yine de Martin Beck tebessüm etmedi. Hem gülecek pek bir şey olmadığından, hem de karşısındaki adam hakkında bir fikir edinmeye çalıştığından. Bir nevi ilk izlenimini edinmeye çalışıyordu.
Nöjd kısa boylu, çarpık bacaklı bir adamdı, yani polis olmak için kısaydı. Yeşil lastik botları, griye çalan kahverengi takım elbisesi ve başının arkasındaki, güneşten rengi solmuş safari şapkasıyla bir çiftçiye ya da kendi arsası olan bir adama benziyordu. Yüzü kavruktu, güneş yanığıydı ve hayat dolu kahverengi gözlerinin etrafında kahkahadan oluşan çizgiler vardı. Yine de kırsal bölge polisini iyi temsil ediyordu. Yeni konformist stile uyum sağlayamamış, dolayısıyla nesli tükenen ama daha tamamen yeryüzünden silinmemiş bir türe aitti.
Martin Beck’ten muhtemelen yaşça büyüktü ama daha sakin ve daha sağlıklı bir ortamda çalışmanın avantajını taşıyordu. Elbette böyle bir ortamda çalışmak her zaman sakin ve sağlıklı oldukları anlamına gelmiyordu.
“Yaklaşık yirmi beş yıldır buradayım. Ama benim için bir ilk. Böyle bir dosya için Stockholm’den Emniyet Genel Müdürlüğü Cinayet Büro şefi geliyor.”
Nöjd başını iki yana salladı.
“Eminim her şey güzel geçecek,” dedi Martin Beck.
“Yoksa…”
Cümleyi sessizce kendi kendine tamamladı: Yoksa hiç öyle geçmeyecek.
“Aynen,” dedi Nöjd. “Siz Cinayet polisleri, bu tür dosyaları iyi bilirsiniz.”
Martin Beck kibarlık olsun diye mi siz diye hitap ettiğini, yoksa sahiden ikisini mi kastettiğini merak etti. Lennart Kollberg arabayla Stockholm’den yola çıkmıştı ve ertesi gün orada olması bekleniyordu. Uzun yıllardır Martin Beck’in sağ koluydu.
“Haber yakında basına sızar,” dedi Nöjd. “Bugün kasabada iki kişi gördüm, muhabirler galiba.”
Yine başını iki yana salladı.
“Biz böyle bir duruma alışkın değiliz. Yani bu kadar ilgi odağı olmaya.”
“Birisi ortadan kaybolmuş,” dedi Martin Beck. “Bunda sıra dışı bir şey yok.”
“Hayır, ama meselenin can alıcı noktası o değil ki. Hem de hiç değil. Olayı anlatmamı ister misin?”
“Şu anda değil, teşekkürler. Yanlış anlamazsan.”
“Ben hiçbir şeyi yanlış anlamam. Tarzım değil.”
Yine kahkahayı patlattı fakat kendine hâkim olup ciddileşerek, “Ama ben zaten bu soruşturmada görevli değilim,” diye ekledi.
“Belki kendiliğinden ortaya çıkar. Genelde öyle olur.”
Nöjd üçüncü kez olumsuz anlamda başını salladı.
“Sanmıyorum,” dedi. “Fikrimin bir önemi varsa yani. Neyse, dava dosyası açılıp kapandı. Herkes öyle diyor. Muhtemelen haklılar. Tüm bu saçmalık… yani, kusura bakma ama Cinayet’i çağırmak falan, sırf olağan dışı koşullar görüldü diye.”
“Kim diyor?”
“Şef. Amirimiz.”
“Trelleborg’daki Emniyet Amiri mi?”
“Aynen. Ama haklısın, şimdilik boş verelim. Yeni havaalanı yolundayız. Malmö’den Ystad’a otoyoldan çıkıyoruz. Orası da yepyeni. Sağ taraftaki ışıkları görüyor musun?”
“Evet.”
“Orası Svedala. Hâlâ Malmö Bölgesi’nin bir parçası. Sırf büyüklük olarak da esaslı bir bölge.”
Sisli alandan dışarı çıkmışlardı, belli ki sadece havaalanı çevresi pusluydu. Gökyüzü yıldızlarla doluydu. Martin Beck yan camı indirdi, dışarının kokusunu içine çekti. Petrol ve dizel ama aynı zamanda verimli bir humus ve gübre karışımı. Ağır ve doygun bir kokuydu. Besleyiciydi. Nöjd otoyolda sadece birkaç yüz metre gitti. Sonra sağa sapınca kırsal hava iyice yoğunlaştı.
Özellikle bir koku belirgindi.
“Anız ve pancar küspesi,” dedi Nöjd. “Aklıma gençliğimi getiriyor.”
Otoyolda