Teröristler. Пер Валё
var, Eric,” dedi. “Senin de söylediğin gibi, şu anda seni elden çıkaramayız. Seni de, Martin.”
Martin Beck içinden derin bir oh çekti.
“Ayrıca, ben İspanyolca bilmiyorum,” dedi İstihbarat’ın başı.
“Kim biliyor ki canım?” dedi Malm gülerek. Genel Müdür’ün de İspanyol dillerine hâkim olmadığını biliyordu.
“Ben bilen birini tanıyorum,” dedi Martin Beck.
Malm kaşlarını kaldırdı. “Kim? Kriminal’den mi?”
“Evet. Gunvald Larsson.”
Malm kaşlarını bir milim daha kaldırdı, sonra imalı bir şekilde gülümseyip şöyle dedi, “Ama elbette onu gönderemeyiz, değil mi?”
“Nedenmiş?” dedi Martin Beck. “Bence yurt dışına göndermek için oldukça ideal bir isim.”
Hafiften kızmış gibi konuştuğunu fark etti. Genelde Gunvald Larsson’u savunmazdı ama Malm’ın ses tonu onu sinir etmişti ve Malm’a itiraz etmeye o kadar alışmıştı ki, neredeyse otomatik olarak karşı çıkmıştı.
“Beceriksizin teki ve teşkilatı hiç iyi temsil edemiyor,” dedi Malm.
“Gerçekten İspanyolca biliyor mu?” diye sordu Müdür şüpheyle. “Nerede öğrenmiş?”
“Denizci olduğu yıllarda İspanyolca konuşulan pek çok ülkede bulunmuş,” dedi Martin Beck. “Bizim bahsettiğimiz şehir de büyük bir liman, o yüzden muhtemelen oraya daha önce de gitmiştir. Larsson İngilizce, Fransızca ve Almanca da biliyor, hepsini de çok iyi konuşur. Biraz da Rusçası var. Dosyasına baktığınızda göreceksiniz.”
“Yine de beceriksizin teki,” diye ısrar etti Stig Malm.
Müdür düşünceliydi. “Ben özelliklerine bir göz atayım,” dedi. “Açıkçası benim de aklımdan o geçmişti. Doğru, bazen biraz hödük davranabiliyor, hiç disiplinli biri değil. Ama her ne kadar emirlere itaat etmekte ve yönetmeliğe uymakta zorlansa da teşkilatın en iyilerinden olduğu inkâr edilemez bir gerçek.”
İstihbarat şefine döndü. “Sen ne dersin, Eric? Sence bu göreve uygun mu?”
“Eh, kendisinden pek hoşlanmıyorum ama buna itirazım yok.”
Malm mutsuz görünüyordu. “Onu göndermenin pek akıllıca olacağını sanmıyorum,” dedi. “İsveç polis teşkilatının itibarını yerlere serer. Ayı gibi davranıyor ve eski bir denizciden çok, bir miçonun ağzına yakışacak laflar kullanıyor.”
“İspanyolca konuşmadığı zamanlarda,” dedi Martin Beck. “Neyse, bazen kendini biraz kabaca ifade etse de en azından zamanlaması iyi.”
Bu aslında tam olarak doğru değildi. Martin Beck yakın zamanda Gunvald Larsson’un, Malm’a ‘götün önde gideni’ dediğine şahit olmuştu, hem de adamın dibindeyken ama neyse ki Malm bu sözün kendisine söylendiğini fark etmemişti.
Müdür, Malm’ın itirazlarını pek dikkate almış gibi değildi. “O kadar da kötü bir fikir olmayabilir,” dedi düşünceli bir şekilde. “Bence bu durumda pek medeni olmayan davranışları o kadar büyük bir sorun olmaz. İstediği zaman düzgün davranabiliyor. Çoğu kişiden daha iyi bir altyapısı var. Zengin ve kültürlü bir ailede büyümüş, alabileceği en iyi eğitimi almış ve böylesi durumlarda nasıl davranması gerektiğini öğretmişler. O saklamaya çalışsa bile hâlinden tavrından belli oluyor.”
“Ne demezsin,” diye mırıldandı Malm.
Martin Beck, Stig Malm’ın bu görevi kendi üstlenmeyi çok istediğini ve ona sorulmamasına sinir olduğunu anladı. Ayrıca Gunvald Larsson’dan bir süre kurtulmak da iyi olacaktı, iş arkadaşları onu çok sevmezdi ve yersiz kavga çıkarma konusunda üstüne yoktu.
Müdür yine de buna pek ikna gibi görünmüyordu, bu yüzden Martin Beck de teşvik edercesine, “Bence Gunvald’ı yollamalıyız. Bu iş için gerekli bütün niteliklere sahip,” diye ekledi.
“Dış görünüşüne özen gösterdiği de gözümden kaçmadı,” dedi Emniyet Müdürü. “Giyim kuşamından kalite akıyor, zevkli biri. Bu da şüphesiz, iyi bir izlenim bırakır.”
“Kesinlikle,” dedi Martin Beck. “Önemli bir ayrıntı.” Kendi giyim kuşamına zevkli demeye bin şahit isteyeceğinin farkındaydı. Pantolonları buruşuk ve boldu, polo yaka tişörtünün yakası geniş ve çok yıkamaktan yamuktu, tüvit ceketi eprimişti, bir düğmesi de kopuktu.
“Şiddet Suçları’nın yeterli sayıda personeli var, birkaç hafta Larsson olmadan idare edebilirler,” dedi Emniyet Müdürü. “Başka önerisi olan var mı?”
Herkes olumsuz anlamda kafa salladı. Malm bile, Gunvald Larsson’u bir süre uzak tutmanın iyi tarafını görmüş gibiydi. Eric Möller tekrar esnedi, anlaşılan toplantının sona ermek üzere olmasından memnundu.
Emniyet Müdürü ayaklanıp dosyayı kapattı. “Güzel,” dedi. “O zaman anlaştık. Larsson’a kararımızı bizzat ben kendim bildireceğim.”
Gunvald Larsson bu habere pek sevinmedi, üstleneceği görevle koltuklarının kabardığı da söylenemezdi. Yeterli öz güveni zaten vardı, başkasının onayına ihtiyacı yoktu fakat bazı meslektaşlarının, o gidince rahat bir oh çekeceğinin, hatta temelli gitmediği için üzüleceğinin de bilincindeydi. Teşkilattaki arkadaşları bir elin parmaklarını geçmezdi. Bildiği sadece bir arkadaşı vardı. Aynı zamanda başına buyruk ve baş belası olarak anıldığını, işinin pamuk ipliğine bağlı olduğunu da bilirdi.
Bu gerçek onu en ufak bir şekilde rahatsız etmezdi. Onun rütbesinde olan ve onunla aynı maaşı alan diğer polisler, her an görevden uzaklaştırılma ya da işten atılma tehdidi altında en azından endişe duyardı fakat Gunvald Larsson bu ihtimal nedeniyle bir gece bile uykusuz kalmamıştı. Evli değildi, çocuğu yoktu ve çok uzun zaman önce ailesiyle tüm bağlarını koparmıştı, zaten onların züppe üst sınıf yaşamlarından tiksiniyordu. Gelecek endişesi yoktu. Polislik yaptığı yıllar boyunca, eski mesleğine geri dönme ihtimalini sık sık aklından geçirmişti. Şimdi ellisine merdiven dayamıştı ve muhtemelen denizi bir daha hiç görmeyeceğinin farkındaydı.
Yola çıkış tarihi yaklaştıkça Gunvald Larsson bu göreve atandığına hakikaten sevindiğini fark etti, önemli görülse de, pek zor bir göreve benzemiyordu. Günlük rutininden en az iki hafta uzak kalacaktı ve Gunvald Larsson bu seyahati, bir tatil gibi iple çekmeye başlamıştı.
Yola çıkışından bir gece evvel, Bollmora’daki yatak odasında üstünde sadece iç çamaşırıyla ayakta durmuş, gardırobun boy aynasından kendine bakıyordu. İç çamaşırının deseni hoşuna gitmişti, mavi üstüne sarı geyikliydi ve aynısından beş tane daha almıştı. Aynı türden altı külot daha almıştı, onlar da yeşil üstüne kırmızı geyikliydi ve yatağının üstünde açık duran domuz derisi büyük bavula konmuşlardı bile.
Gunvald Larsson bir doksan beş boyunda, güçlü ve kaslı bir adamdı, elleri ve ayakları kocamandı. Az önce duşunu almış, alışkanlık gereği tartıya çıkmıştı ve tartı, yüz kilonun üzerinde göstermişti. Son dört yıldır, ya da beş de olabilir, bayağı kilo almıştı. Külotunun bel lastiği üstünde biriken yağ tabakasına memnuniyetsizce baktı.
Karnını içine çekti, spor salonuna daha sık uğraması gerektiğini düşündü. Ya da havuz tamamlanınca yüzmeye başlamalıydı.
Şu belindeki simit haricinde, dış görünüşünden memnundu aslında.
Kırk dokuz yaşındaydı ama saçları gür ve kalın telliydi, öndeki saçları