Gülümseyen Adam. Хеннинг Манкелль
emindi.
Ne var ki genç kız Wallander’i tanıyor olabilirdi. Bir polis olarak yıllar içinde pek çok defa çeşitli durumlarda mülteci ve sığınmacılarla karşı karşıya gelmişti.
Arabasını emniyete sürdü. Rüzgâr hâlâ sert esiyor ve doğuda bulutlar toplanıyordu. Kristianstadsvägen’e dönmüşken aniden frene bastı. Arkasındaki kamyon bu ani duruşa korna çaldı.
Çok yavaş tepki veriyorum, diye düşündü. Ağaçlardan ormanı göremiyorum.
Kural dışı bir dönüş yaptı, Hamn Caddesi’ndeki postanenin önüne park etti ve arabadan inip süratle kuzeyden Stick Caddesi’ne giden ara sokağa girdi. Berta Dunér’in pembe evini görebileceği bir yerde durdu.
Hava gittikçe soğuyordu. Wallander pembe evden gözünü ayırmadan bir ileri, bir geri yürümeye başladı. Bir saat kadar sonra pes etmeyi geçirdi aklından. Ama haklı olduğundan emindi. Evi izlemeye devam etti. Şu anda Åkeson, Wallander’i bekliyor olmalıydı fakat beyhude beklemiş olacaktı.
Üçü kırk üç geçe pembe evin kapısı hızla açıldı. Wallander bir duvarın arkasına saklandı. Haklıydı. Asya kökenli o kızın Berta Dunér’in evinden çıkmasını seyretti. Kız köşeyi dönüp gözden kayboldu.
Yağmur tekrar yağmaya başlamıştı.
5
Soruşturma toplantısı saat dörtte başladı ve tam olarak yedi dakika sonra bitti. Toplantıya en son Kurt Wallander geldi ve sandalyesine çöktü. Nefes nefeseydi ve ter içinde kalmıştı. Masanın etrafındaki arkadaşları şaşkınlıkla Wallander’e bakıyorlardı ancak kimse bir yorum yapmadı.
Björk’ün kimsede rapor edilecek önemli bir gelişme ya da görüşülecek bir konu olmadığını anlaması birkaç dakika sürdü. Soruşturmada eskiden beri söyledikleri gibi, “tünel kazma zamanı” adını verdikleri bir noktaya gelmişlerdi. Görünenin altında saklı olan bir şeyleri bulmak için yüzeydeki katmanları geçmeye çalışıyorlardı. Bu, ceza soruşturmalarındaki alışıldık bir aşamaydı ve tartışmaya gerek yoktu. Toplantının sonunda soru soran tek kişi Wallander oldu.
“Alfred Harderberg kim?” diye sordu elindeki kâğıt parçasında yazan isme bakarak.
“Herkesin tanıdığı birisi,” dedi Björk. “İsveç’in şu anda en başarılı iş adamı… Burada Skåne’de yaşıyor. Özel jetiyle dünyayı dolaşmadığı zamanlarda…”
“Farnholm Şatosu’nun sahibi,” dedi Svedberg. “Dibinde kum yerine gerçek altın tozu bulunan bir akvaryumu olduğu söyleniyor.”
“Gustaf Torstensson’un müvekkiliymiş,” dedi Wallander. “Aslında tek müvekkili… Ve en son görüştüğü kişi… Torstensson tarlada öldüğü gece onunla yaptığı toplantıdan dönüyormuş.”
“Balkanlarda savaştan harap olmuş bölgelerdeki ihtiyaç sahipleri için yardım kampanyası organize etmişti,” dedi Martinson. “Gerçi bu, sınırsız miktarda para sahibi birisi için çok da sıra dışı sayılmayabilir.”
“Alfred Harderberg saygı göstermemiz gereken birisi,” dedi Björk.
Wallander, Björk’ün konuşulanlardan rahatsız olduğunu görebiliyordu. “Saygı göstermemiz gerekmeyen birisi var mı?” dedi Wallander yüksek sesle. “Yine de kendisine ziyarette bulunmaya niyetliyim.”
“Gitmeden önce telefon et,” dedi Björk ve ayağa kalktı.
Toplantı o anda bitti. Wallander kendisine bir kahve alıp odasına çekildi. Berta Dunér’in Asya kökenli genç bir kız tarafından ziyaret edilmesinin ne anlama geldiğine dair düşünmek için zamana ihtiyacı vardı. Belki de bunun hiçbir anlamı yoktu, ne var ki içgüdüleri tam tersini söylüyordu. Ayaklarını masaya uzatıp sandalyesinde geriye yaslandı ve dizlerinin arasına kahve fincanını koydu.
Telefon çaldı. Wallander telefonu açmak için sıçradığında fincan elinden fırlayıp yere düştü ve pantolonunun paçasına kahve döküldü.
“Hay aksi,” diye bağırdı Wallander kulağına tuttuğu ahizeye doğru.
“Kabalığa gerek yok,” dedi babası. “Sadece neden beni aramadığını soracaktım.”
Wallander ânında suçluluk hissetti, sonra hisleri kızgınlığa dönüştü. Babasıyla ilişkilerinin daha az gergin olduğu bir günü görebilecek miydi?
“Elimdeki kahveyi üzerime döktüm,” dedi Wallander. “Bacağım yandı.”
Babası, Wallander’in açıklamasını duymamış gibi görünüyordu. “Neden oradasın? İzinde olman gerekirdi.”
“Artık değil. Yeniden çalışmaya başladım.”
“Ne zaman?”
“Dün?”
“Dün mü?”
Wallander kısa kesmezse bu konuşmanın fazlasıyla uzayacağını anladı. “Sana haber vermem gerekirdi,” dedi, “Ama hiç zamanım yok. Yarın akşam sana gelip neler olduğunu anlatırım.”
“Seni görmeyeli uzun zaman oldu,” dedi babası ve telefonu kapattı.
Wallander telefon elinde bir süre olduğu yerde kalakaldı. Babası seneye yetmiş beş yaşına girecekti ve Wallander’de sürekli çelişkili duygular uyandırmayı başarıyordu. Kendisini bildi bileli babasıyla ilişkileri karmaşıktı. Özellikle ona polis olmaya karar verdiğini söylediği günden beri. Üzerinden yirmi beş yıl geçmişti ama Wallander’in kararını eleştirme fırsatını hiç kaçırmazdı. Buna rağmen babasına zaman ayıramadığı için Wallander’in vicdanı rahat değildi. Geçen yıl kendisinden otuz yaş genç birisiyle, evine haftada üç kez yardıma gelen sosyal hizmet görevlisi bir kadınla evleneceğine dair o şaşırtıcı haberi aldığında artık arkadaşsız kalmayacağını tahmin etmişti. Şimdi elinde telefon ahizesiyle otururken babasıyla ilişkilerinde hiçbir şeyin değişmediğini fark etti.
Ahizeyi yerine koyup yere düşen fincanı aldı ve not defterinden kopardığı bir kâğıt parçasıyla pantolonunu temizledi. O anda Savcı Åkeson’u arayıp açıklama yapması gerektiğini hatırladı. Åkeson’un sekreteri telefonu hemen bağladı. Wallander gelemeyeceğini söyledi, Åkeson buna karşılık ertesi sabah buluşmayı önerdi.
Wallander bir kahve daha almaya gitti. Koridorda bir elinde dosya taşıyan Höglund’a rastladı.
“Nasıl gidiyor?” diye sordu Wallander.
“Yavaş,” dedi Höglund. “İki avukatın ölümünde bir bityeniği olduğuna dair düşünceleri aklımdan çıkaramıyorum.”
“Ben de aynen öyle hissediyorum,” dedi Wallander. “Seni böyle düşündüren ne?”
“Tam olarak bilmiyorum.”
“Bunu yarın tartışalım,” dedi Wallander. “Tecrübelerime göre kelimelerle ifade edemediğin ya da tam olarak anımsayamadığın şeyleri asla hafife almamak gerekir.”
Wallander odasına dönüp telefonun fişini çekti ve not defterini açtı. Sten Torstensson’un Skagen’deki kumsalda havanın buz gibi olduğu o gün, sislerin içinden kendisine doğru yürüdüğü âna dönmeye çalıştı. Bu, soruşturmanın benim için başlama ânıydı, diye düşündü. Sten daha ölmemişken başlamıştı bu soruşturma.
İki avukat hakkında bildiği her şeyi gözden geçirdi. Sağını ve solunu dikkatle izleyerek geri çekilen bir asker gibiydi. Kendisinin ve arkadaşlarının şimdiye kadar topladıkları bilgileri tek tek incelemesi bir saatini aldı.
Görebildiğim ve henüz göremediğim şeyler ne?