Yanlış Yol. Хеннинг Манкелль
film setine benziyor,” dedi kadın gazeteci, projektörlerin aydınlattığı kül olmuş tarlayı göstererek.
“Ama öyle değil,” diye karşılık verdi Wallander.
Gazetecilere olanları anlattı. Bir kızın yangında öldüğünü. Cinayet olasılığının söz konusu olmadığını. Polis henüz kızın kim olduğunu bilmediğinden Wallander bu konuda daha fazla konuşmak istemedi.
“Resim çekebilir miyiz?” diye sordu Arbetet’den gelen gazeteci.
“İstediğiniz kadar çekebilirsiniz,” diye yanıt verdi Wallander. “Ama buradan çekmek zorundasınız. Tarlaya kimsenin yaklaşmasına izin verilmiyor.”
Gazeteciler karşı çıkmadan fotoğraflarını çektiler, sonra da arabalarına binip olay yerinden uzaklaştılar. Wallander tam mutfağa, arkadaşlarının yanına gitmek için dönerken tarlada çalışan teknisyenlerden birinin el salladığını görünce yanına gitti. Kollarını havaya kaldırarak yanan kadından kalanlara bakmamaya çalıştı. Adli tıbbın müdürü Sven Nyberg ona doğru geliyordu. Projektörlerle çevrili alanın kenarında durdular. Yanık tarlanın karşısındaki denizden gelen hafif bir esintiyle Wallander’in sırtı ürperdi.
“Galiba bir şey bulduk,” dedi Nyberg.
Elinde küçük bir poşet vardı. Projektörlerden birine iyice yaklaşan Wallander’e poşeti uzattı. Poşetin içinde altın bir zincirle küçük bir kolye vardı.
“Madalyonun üstünde bir şeyler yazılı,” dedi Nyberg. “D.M.S. harfleri var. Meryem Ana’nın bir resmiyle birlikte.”
“Neden yangında erimemiş?”
“Tarlada çıkan bir yangın mücevherlerin erimesi için gerekli ısıyı oluşturmaz,” diye açıkladı Nyberg. Wallander sesinden onun yorgun olduğunu anlamıştı.
“İşte ihtiyacımız olan şey bu. Onun kim olduğunu bilmiyoruz ama artık elimizde isminin baş harfleri var.” Wallander biraz olsun rahatlamıştı.
“Yakında onu alıp götüreceğiz,” dedi Nyberg tarlanın kenarında bekleyen siyah cenaze arabasını başıyla işaret ederek.
“Nasıl görünüyor?” diye sordu Wallander merakla.
Nyberg omuz silkti.
“Dişlerden belki bazı ipuçları toplayabiliriz. Patologlarımız harikalar yaratır. Kızın yaşını ortaya çıkarabilirler. Yeni DNA teknolojisi sayesinde de kızın bu ülkedeki İsveçli bir ebeveyn tarafından dünyaya getirilip getirilmediğini ya da başka bir ülkeden buraya gelip gelmediğini öğrenebiliyoruz artık.”
“Mutfakta kahve var,” dedi Wallander.
“Sağ ol ama istemem,” diye karşılık verdi Nyberg. “Az sonra buradaki işim bitiyor. Sabah tüm tarlayı inceleyeceğiz. Bir cinayet söz konusu olmadığına göre bu işi sabaha rahatlıkla bırakabiliriz.”
Wallander mutfağa döndü. İçinde kolye olan poşeti masanın üstüne koydu.
“Artık elimizde bir delil var. Meryem Ana resmi olan bir madalyon. Arkasına da D.M.S. harfleri kazınmış. Artık evinize gidebilirsiniz. Ben biraz daha burada kalacağım.”
“Yarın sabah saat dokuzda,” dedi Hansson yerinden kalkarken.
“Kim olduğunu çok merak ediyorum,” dedi Martinson. “İsveç’te yazlar bu tür şeylerin olması için hem çok fazla güzel hem de çok kısadır.”
Bahçede ayrıldılar. Höglund arkada kalmıştı.
“İyi ki bu olaya tanık olmadım. Ne hissettiğini sanırım anlıyorum. Yarın görüşürüz.”
Wallander karşılık vermedi.
Arabalar gittikten sonra evin basamaklarına oturdu. Projektörler boş bir sahneyi aydınlatırcasına parlıyordu. Wallander de oyunun tek izleyicisi gibi hissediyordu kendini.
Rüzgâr çıkmıştı. Hâlâ yazın o güzelim sıcaklığını bekliyorlardı. Hava serindi. Wallander basamaklarda titrediğini fark etti. Sıcakların bir an önce gelmesini diledi içinden.
Bir süre sonra yerinden kalkarak mutfağa gitti, kullandıkları kahve fincanlarını yıkadı.
4
Wallander uykusunda bir çığlık attı. Sanki görünmez bir el ayaklarından birini çekip koparmaya çalışıyordu. Gözlerini açtığında ayağının kırık bazayla ayak ucundaki başlık arasına sıkıştığını fark etti. Sıkıştığı yerden kurtarmak için yan dönmek zorunda kaldı. Sonra kıpırdamadan yattı. Perdelerin arasından sızan günün ilk ışıklarını gördü. Komodinin üstündeki saate baktı. Dört buçuktu. Yalnızca birkaç saat uyumuştu, kendini çok yorgun hissediyordu. Bir kez daha tarlayı düşündü. Artık genç kızı daha net anımsıyordu. Benden korkmuyordu, diye geçirdi içinden. Ne benden ne de Salomonsson’dan kaçıyordu. Başka birinden kaçıyordu.
Yataktan kalkarak mutfağa gitti. Kahvenin olmasını beklerken dağınık oturma odasına giderek telesekreterine baktı. Telesekreterin kırmızı ışığı yanıp sönüyordu. Dinleme düğmesine bastı. Önce kız kardeşi Kristina’nın sesini duydu: “Ara beni. Birkaç gün içinde mutlaka ara.” Wallander bu mesajın mutlaka yaşlı babasıyla bir ilgisi olması gerektiğini düşündü. Babası bakıcısıyla evlenmesine ve artık yalnız olmamasına karşın yine de değişken bir ruh hâline sahipti. Daha sonraki mesajsa Skånska Dagbladet’e abone olmayı isteyip istemediğini soran çekingen sesli birinden gelmişti. Tam kahvesini almak için mutfağa giderken bir başka mesaj daha duyuldu. “Ben Baiba. Birkaç günlüğüne Tallinn’e gidiyorum. Cumartesi döneceğim.” Birden, sevdiği kadını denetleyememenin verdiği yoğun kıskançlığı duydu içinde. Tallinn’e neden gidiyordu? Son konuştuklarında bu yolculukla ilgili hiçbir şey söylememişti. Mutfağa giderek fincanına kahve doldurdu ve Baiba’nın o saatte büyük olasılıkla uyuduğunu düşünmesine karşın yine de Riga’daki evin numarasını çevirdi. Telefona yanıt veren olmadı. Bir kez daha denedi ama sonuç değişmedi. Tedirginlik duygusu gittikçe artıyordu. Sabahın beşinde Tallinn’e gidemezdi. Neden evde değildi? Ya da evdeyse neden telefonu açmıyordu? Fincanını alarak Maria Caddesi’ne bakan balkonunun kapısını açtı ve oradaki tek sandalyeye geçip oturdu. Bir kez daha kolza tarlasındaki genç kız gözlerinin önünde belirdi. Bir an için kızı, Baiba’ya benzetti. Haksız yere kıskançlık duygusuna kapıldığını düşünmeye zorladı kendini. İkisi de ilişkilerini gereksiz sadakat yeminleriyle kısıtlamayacaklarına karar verdikleri için aslında böylesi bir kıskançlık duygusuna kapılmaya hakkı da yoktu. Bir Noel akşamı gecenin geç saatlerine kadar oturup birbirlerinden ne istediklerini açık açık tartışmışlardı. Aslında Wallander onunla evlenmek istiyordu. Ama Baiba özgür olma isteğinden söz açınca Wallander ona hak vermişti. Genç kadını yitirmemek için onun hiçbir isteğine karşı çıkmıyordu.
Saat henüz çok erken olmakla birlikte hava sıcaktı. Gökyüzü masmaviydi. Küçük yudumlarla kahvesini içti ve sarı kolza tarlasında kendini yakan genç kızı düşünmemeye çalıştı. Kahvesini bitirdikten sonra temiz bir gömlek bulabilmek amacıyla yatak odasına gitti. Banyoya girmeden önce evdeki tüm kirli eşyaları salonun ortasına yığdı. Bunları bir an önce çamaşırhaneye götürmesi gerekiyordu.
Evden çıktığında saat altıya çeyrek vardı. Sürücü koltuğuna oturduğunda arabanın bakımını haziranın sonuna kadar yaptırması gerektiğini hatırladı. Önce Regements Caddesi’ne, sonra da Österleden’e doğru sürdü arabayı. Daha önceden karar vermemesine karşın kent dışına uzanan yola saptı ve Kronoholmsvägen’deki yeni mezarlığın önünde durdu. Arabadan inerek alçak mezar taşlarının arasında yürüdü. Zaman zaman tanıdık birilerinin isimlerine rastlıyordu.