Büyülü şehir. Эдит Несбит
başı zeminle aynı hizadaydı. Sonra elleri ve ardından ayakları zemine dokundu. Merdivenden kenara zıpladı ve kendini yüzüstü yere bıraktı. Burası soğuk ve mermer gibi dümdüzdü. Onca tırmanışın ardından hissettiği yorgunluk ve ferahlamanın etkisiyle derin derin nefes aldı.
Dinlendirici ve yatıştırıcı türden bir sessizlik hâkimdi çevreye. Philip hemen ayağa kalkıp etrafına baktı. Çok kalın sütunlarla dolu bir kemer gördü. Buraya yaklaşıp temkinli bir şekilde içeriye göz attı. Açık bir alana çıkan kocaman bir kapı vardı. Philip kapının ardında kiliselere ve evlere benzeyen bulanık yığınları seçebiliyordu. Ama hepsi terk edilmişti. Burası her neresi ise ayışığına ve Philip’e aitti.
“Sanırım herkes uyuyor,” dedi Philip. Bu tuhaf kemerin siyah gölgesinde biraz titreyerek ama aynı zamanda merakı ve ilgisi uyanmış olarak bekliyordu.
İkinci Bölüm
Kurtarıcı Ya Da Yıkıcı
Philip siyah kemerin gölgesi altında durup dışarı baktı. Karşısında yüksek ve asimetrik binalarla çevrili büyük bir meydan duruyordu. Ortada bir çeşme vardı. Ayışığında gümüş gibi parlayan suları hafif bir şırıltıyla yükselip düşüyordu. Kemerli girişin yakınında uzun bir ağaç, gövdesinin gölgesiyle yolu örtüp geniş ve siyah bir engel oluşturmuştu. Philip uzunca bir süre etrafı dinledi durdu fakat gecenin derin sessizliği ve çeşmenin çıkardığı inişli çıkışlı yumuşak ses haricinde dinleyecek bir şey yoktu.
Philip’in gözleri loş ışığa giderek alışıyordu. Biraz sonra büyük kare sütunlarla desteklenen kocaman bir kubbe çatının altında durduğunu fark etti. Sağ ve sol yanında ise sımsıkı kapatılmış, koyu renkli kapılar vardı.
“Bu kapıları gün ışıyınca keşfedeceğim,” dedi Philip. Korktuğu söylenemezdi ama tam olarak cesur da hissetmiyordu kendini. Öte yandan cesaretini toplama niyetinde olduğundan “Kapıların ardında ne var bakacağım,” dedi. “Yani en azından kararım bu,” diye ekledi. Çünkü sadece cesur olmamız yetmez, dürüst olmamız da şarttır.
Sonra birden ağır bir uyku bastırdı. Duvara dayandı. Ama oturmasının daha iyi olacağını düşündü. Sonra uzanmak pek rahat geldi. O sırada çok ama çok uzaklardan bir çan sesi duyuldu. Saat on ikiyi vurmuştu. Philip dokuza kadar saydı fakat Helen’ın geçen kış onun için diktiği içi pelüşlü kalın sabahlığa sarınıp derin bir uykuya daldığından onuncu, on birinci ve on ikinci çan sesini duyamadı. Rüyasında her şey eskisi gibiydi. “O adam” gelip Helen’ı götürmeden önce olduğu gibi. Kendi küçük evlerinde, kendi küçük odasında, kendi küçük yatağındaydı. Helen onu çağırmaya gelmişti. Kapalı göz kapaklarının arasından güneş ışığını görebiliyordu. Gözlerini kapalı tutuyordu çünkü ablasının onu uyandırmaya çalışmasını duymak çok eğlenceliydi. Birden gözlerini açıp çoktan uyanmış olduğunu söyleyecek ve birlikte gülüşeceklerdi. Kısa süre sonra uyandı ama evlerinde kendi yumuşak yatağında değil, tuhaf kapılı kocaman bir evin sert zemininde yatıyordu. Üstelik onu sarsarak “Hey, haydi uyan diyorum sana,” diyen kişi ablası Helen değil, kırmızı paltolu uzun boylu bir adamdı. Philip’in gözlerini kamaştıran ışık ise güneşten değil, adamın yüzüne doğru tuttuğu fenerden geliyordu.
“Ne oluyor?” diye sordu Philip uykulu bir sesle.
“Ben de sana soruyorum,” dedi kırmızılı adam. “Muhafız odasına gel de burada ne işin var anlat bakalım genç adam.”
Philip’in kulağını hafif ama sıkı bir şekilde sert başparmağı ve işaret parmağının arasına aldı.
“Bırakın beni,” dedi Philip. “Bir yere kaçacak değilim.”
Sonra ayağa kalktığında kendini çok cesur hissediyordu.
Adam, Philip’in kulağını bırakıp omzunu tutarak onu sabah olunca keşfetmeyi planladığı kapıların birinden geçirdi. Hava henüz aydınlanmamıştı. İki ucunda birer kemer, kenarlarında ise küçük ve dar pencereler bulunan mobilyasız geniş oda, kancalı fenerler ve kalay şamdanlara konmuş uzun ince mumlarla aydınlatılmıştı. Sanki oda askerlerle doluymuş gibi geldi Philip’e. Komutanları oturduğu sıradan kalktı. Kıyafetinde bir sürü altın vardı. Ayrıca gösterişli siyah bir bıyık bırakmıştı.
“Bakın ne yakaladım efendim,” dedi Philip’i omuzlarından tutan adam.
“Hım, nihayet gerçek oldu demek,” dedi.
“Neden bahsediyorsunuz?” diye sordu Philip.
“Senden tabii ki!” dedi komutan. “Korkma küçük adam.”
“Korktuğum falan yok,” dedi Philip. Sonra kibarca devam etti: “Ne demek istediğinizi söylerseniz çok memnun olacağım.” Adres soran insanlardan duymuş olduğu bir cümleyi ekledi: “Ben buranın yabancısıyım.”
Kırmızı ceketliler neşeli bir kahkaha kopardı.
“Yabancılara gülmek terbiyesizliktir,” dedi Philip.
“Sen kendi terbiyenle uğraş,” dedi komutan sert bir tavırla. “Bu ülkede küçük çocuklar söz verilmeden konuşmaz. Yabancısın demek, ha? Eh, bunu zaten biliyoruz!”
Philip bu şekilde terslenmiş olmasına karşın kendini çok iyi hissediyordu. İşte hepsi yetişkin adamlar olan bu askerlerle birlikte bir maceranın tam ortasındaydı. Göğsünü kabartıp cesur bir adam gibi gözükmeye çalıştı.
Komutan uzun bir masanın sonundaki bir sandalyeye oturup üstü tozla kaplı siyah bir kitabı kendine doğru çekti. Sonra küflü bir dolmakalemin ucunu temiz kılıcına sürtmeye başladı.
“Haydi bakalım,” dedi kitabı açarak. “Buraya nasıl geldiğini anlat. Yalan söyleyeyim deme sakın.”
“Ben asla yalan söylemem,” diye cevap verdi Philip gururla.
Bütün askerler ayağa kalkıp onu derin bir şaşkınlık ve saygı dolu bakışlarla selamladı.
“Şey, yani hemen hemen asla,” dedi Philip, heyecandan kulakları kızarmıştı. Askerler bir kez daha kahkaha atıp gürültüyle sıralara oturdular. Philip orduda daha fazla disiplin olduğunu sanıyordu.
“Buraya nasıl geldin?” diye sordu komutan.
“Şu büyük merdivenli köprüden çıktım,” dedi Philip.
Komutan deftere hararetle not alıyordu.
“Neden geldin?”
“Başka ne yapacağımı bilemedim. Uçsuz bucaksız ova dışında bir şey yoktu etrafta. Ben de yukarı çıktım.”
“Çok cesur bir çocuksun,” dedi komutan.
“Teşekkür ederim,” diye cevap verdi Philip. “Cesur olmak istiyorum.”
“Buraya gelmekteki amacın neydi?”
“Herhangi bir amacım yoktu. Sadece yukarı çıkıp buraya geldim.”
Komutan bunu da not aldı. Ardından komutan, Philip ve askerler sessizlik içinde birbirlerine baktılar.
“Şey!” dedi çocuk.
“Ne?” diye sordu komutan.
“Acaba ‘sonunda gerçek oldu’ derken neyi kastettiğinizi öğrenebilir miyim?” diye sordu çocuk. “Sonra evime nasıl döneceğimi söyleyebilir misiniz?”
“Nereye gitmek istiyorsun?” diye sordu komutan.
“Adres: Çiftlik