Cennetin bu yakası. Фрэнсис Скотт Фицджеральд
ol, Amory. Bu çok karamsar oldu. Peki ya sen?”
“Ben çok daha seçkin bir sınıftanım. Sen de öylesin. Bizler filozofuz.”
“Ben değilim.”
“Elbette öylesin. Senin çok sağlam bir kafan var.” Ama Amory Rahill’in hiçbir koşulda soyut fikirlerle hareket etmeyeceğini biliyordu; bir konunun en ufak ayrıntıları çözülmeden parmağını bile kıpırdatmazdı.
Rahill “Hayır, yok,” diye diretti. “Burada insanların benden faydalanmasına izin veriyorum ve karşılığında hiçbir şey elde etmiyorum. Kahretsin ki arkadaşlarım benim sırtımdan geçiniyor, onların ödevlerini yapıyorum, onları beladan kurtarıyorum, yazın evlerine aptal ziyaretlerde bulunarak küçük kız kardeşlerini eğlendiriyorum, bencilleştiklerinde öfkeme hâkim oluyorum. Bunun karşılığında onlar da sınıf başkanlığı seçimlerinde oy vererek ve St. Regis’in ‘büyük adamı’ olduğumu söyleyerek bana olan borçlarını ödediklerini zannediyorlar. Herkesin kendi işini yaptığı ve insanlara ‘Canınız cehenneme!’ diyebileceğim bir yere gitmek istiyorum. Okuldaki herkese iyi davranmaktan sıkıldım.”
Amory aniden “Sen parlak çocuk değilsin,” dedi.
“Ne değilim?”
“Parlak çocuk.”
“O da ne demek öyle?”
“Pekâlâ, şeye benziyor hani… Hani… Onlardan etrafta çok var. Sen onlardan biri değilsin, ben de değilim. Ama senle kıyaslanınca ben onlara daha çok benziyorum.”
“Kim onlardan biri? Seni onlardan biri yapan da nedir?”
Amory düşündü.
“Nedir, nedir… Sanırım en belirgin özellikleri suyla saçlarını ıslatarak geriye doğru yapıştırmaları.”
“Carstairs gibi mi?”
“Evet, aynen. O bir parlak çocuk.”
Tam bir tanım yapabilmek için iki akşam uğraştılar. Parlak çocuk yakışıklı ya da düzgün görünümlü olurdu; zekilerdi ki, bu genelde sosyal zekâydı; bir konuda öne geçmek, popüler olmak, hayran olunmak ve asla başlarını derde sokmamak için ellerindeki tüm imkânları kullanırlardı. İyi giyinirlerdi, görünümleri genelde zarif olurdu; onların “parlak” adını almasının nedeni saçlarının daima kısa olması, su ya da jöleyle sırılsıklam yapılıp ortadan ikiye ayrılarak modaya uygun şekilde geriye doğru yapıştırılmasıydı. O senenin parlak çocukları, parlaklıklarının bir nişanesi olarak sarı-kahverengi alaca renkli gözlük takmayı bir âdet haline getirdiğinden, bir tanesi bile Amory ve Rahill’in gözünden kaçmazdı. Parlak çocuklar okulun geneline yayılmıştı, yaşıtlarından biraz daha olgun ve kurnaz olmakla birlikte hepsinin kendi grubu vardı ve zekâlarını çok iyi saklarlardı.
Amory üniversitedeki ikinci senesine kadar sınırların bulanıklaşıp kararsızlaşmasıyla birçok alt grup türediği için yalnızca bir özellik halini alan “parlak çocuk” tabirini çok değerli bir sınıflandırma yolu olarak kullandı. Amory’nin gizli idealleri “parlak çocuğun” tüm niteliklerini taşımanın yanı sıra cesaret ve inanılmaz bir zekâ ve beceri de gerektiriyordu. Ayrıca Amory kendisinde parlak çocuklara yakışmayacak türde tuhaf bir iz olduğunu düşünüyordu.
Bu, okul geleneğinin riyakârlığından gerçek anlamda ilk kopuşuydu. Parlak olmak başarıya giden en önemli unsurlardan biriydi ve hazırlık okullarının “büyük adam”ından tamamen farklıydı.
“PARLAK ÇOCUK”
1. Sosyal değerler söz konusu olduğunda uyanıktır.
2. İyi giyinir. Kıyafetin yüzeysel olduğuna inanıyormuş gibi yapar ama öyle olmadığını bilir.
3. Ön plana çıkabileceği etkinliklere katılır.
4. Üniversiteye girer ve maddi anlamda başarılı olur.
5. Saçlarını ıslatıp geriye doğru yapıştırır.
“BÜYÜK ADAM”
1. Sosyal değerlerden bihaberdir ya da onlara karşı duyarsızdır.
2. Kıyafetin yüzeysel olduğunu düşünür ve bu konuda pek özenli değildir.
3. Sorumluluk duygusuyla her işe el atar.
4. Üniversiteye girer ve belirsiz bir geleceği olur. Çevresi olmayınca kendini kaybolmuş hisseder ve okul yıllarının hayatının en mutlu zamanları olduğunu hisseder. Okula geri dönüp St. Regis’lilerin neler başardığıyla ilgili konuşmalar yapar.
5. Saçlarını ıslatıp geriye doğru yapıştırmaz.
Amory o sene St. Regis’li tek çocuk olacağını bilmesine rağmen kesinlikle Princeton’a gitmeye karar vermişti. Minneapolis’te ve St. Regis’in “Kurukafa ve Kemikler Cemiyeti” sevdalıları arasında anlatılan hikâyelerde Yale’in bir romantizmi ve ihtişamı vardı; ama Princeton parlak renkli atmosferi ve Amerika’nın en hoş şehir kulübü olma şöhretiyle onu daha çok cezbediyordu. Amory’nin okuldaki son günleri zorlu üniversite sınavlarının gölgesinde geçip gitti. Yıllar sonra St. Regis’e döndüğünde son senedeki başarısını unutmuş gibi görünüyor ve kendini yalnızca koridorlardan hızla geçerek azgın akranlarının taşkınlıklarını büyük bir sağduyuyla alaya alan o uyumsuz çocuk olarak hatırlayabiliyordu.
İki
SİVRİ KULELER VE CANAVAR HEYKELLERİ
Amory ilk başlarda sadece uçsuz bucaksız yeşil çimenlikleri aşıp gelen gün ışığının kurşuni pencere camlarında dans edişini, kulelerin sivri tepelerinde ve mazgallı duvarlarında süzülüşünü fark etti. Bir süre sonra taşıdığı bavulun farkına varıp yeni âdet edinmiş olduğu üzere yanından geçen biri olduğunda doğruca karşıya bakarak gerçekten de üniversite meydanında yürüdüğünü idrak etti. Yanından geçtiği adamların birkaç defa kafalarını çevirip kendisine eleştirel bakışlar attığına yemin edebilirdi. Bir ara acaba kıyafetlerimde bir kusur mu var diye düşündü ve içinden keşke o sabah trende tıraş olsaydım diye geçirdi. Yürüyüşlerindeki özgüvenden üçüncü ya da dördüncü sınıf öğrencisi oldukları anlaşılan beyaz fanilalı, şapkasız gençlerin arasında kendini gereksiz derecede gergin ve uyumsuz hissetti.
Aradığı 12 numaralı üniversite pansiyonu büyük, yıkık dökük bir konaktı; genelde bir düzine birinci sınıf öğrencisine ev sahipliği yapıyor olsa da Amory oraya vardığında henüz boştu. Ev sahibesiyle alelacele konuştuktan sonra, etrafı keşfetmek için dışarı çıktı; ama henüz bir sokak ilerlemeden dehşete düşerek kasabada şapka takan tek adam olabileceğinin farkına vardı. 12 numaralı pansiyona geri döndü, melon şapkasını odasına bırakarak yeniden dışarı çıktı. Şapkasız bir şekilde Nassau Caddesi’nden aşağı doğru yürümeye başladı, içlerinde futbol takımının kaptanı Allenby’nin de bulunduğu bir dizi sporcunun fotoğrafına bakmak için bir dükkânın önünde durdu; daha sonra dikkatini tabelasında “Jigger Dükkânı” yazan bir pastane çekti. Bu tabir ona tanıdık gelmişti, ağır adımlarla içeri girdi ve uzun taburelerden birine yerleşti.
Zenci garsona “Çikolatalı dondurma,” dedi.
“Duble çikolatalı jigger mi? Başka bir şey ister misin?”
“Aa, tabii.”
“Pastırmalı çöreğe ne dersin?”
“Aa, tamam.”
Bunları epey lezzetli buldu ve dört tanesini mideye indirdi; ardından üzerine bir ferahlık gelene dek duble çikolatalı bir jigger daha yedi. Duvarları süsleyen yastık kılıflarını,