Cennetin bu yakası. Фрэнсис Скотт Фицджеральд
olurdu. Tıpkı Freudyen rüyalar gibi bunları bir şekilde içinden atması gerekiyordu, yoksa içinde birikerek sinirlerini geriyorlardı. Ancak Beatrice, Amerikan kadınlarında hep kusur buluyordu; özellikle de sayıları hızla artan eski Batılılarda.
Amory’ye “Onların aksanı var, canım,” derdi, “Güneyli ya da Boston aksanı gibi de değil, herhangi bir bölgeyle bağı olmayan bir konuşma tarzı…” Dalgın bir havayla konuşmasını sürdürürdü. “Eski, modası geçmiş Londra aksanlarını alıp talihsiz bir şekilde kullanıyorlar. İngilizceyi uzun yıllar Büyük Chicago Operası Cemiyeti’nde çalışan bir İngiliz uşak gibi konuşuyorlar.” Neredeyse anlaşılmaz bir şekilde devam ederdi, “Sanırım… Her Batılı kadın hayatında… Bir aksana sahip olmasına fırsat tanıyacak kadar zengin bir kocaya sahip olmak ister… Beni etkilemeye çalışırlardı, canım…”
Beatrice vücudunu bir tür zafiyet yığını olarak düşünüyor olsa da ruhunun hasta olduğuna inanıyor, bu yüzden de onu önemsiyordu. Eskiden Katolikti; ama rahiplerin kiliseye olan inancını kaybeden ya da geri kazananlara daha çok ilgi gösterdiğini fark ettikten sonra inanç konusunda son derece tereddütlü bir tavır benimsemişti. Çoğu zaman Amerikan Katolik din adamlarının estetik anlayıştan ve zevkten yoksun oluşlarından şikâyet ederdi. Her ne kadar Kuzey Amerika’nın muazzam katedrallerinin gölgesinde yaşıyor olsa da ruhunun Roma kilisesinin sunağında ufak bir alevden ibaret olacağından emindi. Tıpkı doktorlar gibi rahipler de onun en büyük eğlencesiydi.
“Ah Piskopos Wiston,” derdi, “kendimden bahsetmek istemiyorum. Kapınıza üşüşüp cana yakın davranmanız için yalvaran histerik kadın güruhunu hayal edebiliyorum.” Ancak bir din adamı tarafından doldurulabilecek kısa bir aradan sonra şöyle devam ederdi, “ama benim ruh halim onlarınkinden tuhaf şekilde farklı.”
Beatrice, ruhani aşkını yalnızca piskoposlara ve daha yüksek mevkideki din adamlarına ifşa ederdi. Ülkesine ilk kez döndüğünde Swinburne5 tarzında, Ashville’li pagan bir delikanlıyla tanışmış ve bu genç adamın öpücüklerine karşı büyük bir tutku, içten sohbetlerine karşıysa şiddetli bir arzu besler hale gelmişti. Birlikte aşırı duygusallıktan uzak entelektüel bir romantizme kapılarak lehinde ve aleyhinde oldukları konuları tartışırlardı. Sonunda Beatrice zengin bir hayat sürebileceği bir evlilik yapma kararı aldı ve Asheville’li genç pagan, ruhsal bir kriz yaşayarak Katolik kilisesine katıldı. Artık Monsenyör Darcy adıyla anılıyordu.
“Hatta Bayan Blaine için kardinalin sağ kolu olan bu adam hâlâ hoş bir dosttu.”
Güzel kadın, “Amory bir gün ona gidecek, biliyorum,” diye fısıldıyordu “ve Monsenyör Darcy onu beni anladığı gibi anlayacak.”
Amory on üç yaşına geldi, Kelt asıllı annesinin tahmin edebileceğinden çok daha uzun ve inceydi. Arada bir “iyi yetişmesi gerektiği” düşüncesiyle özel ders alıyordu; gittikleri her yerde “çalışmaya kaldığı yerden devam ediyordu” ama öğretmenleri onun nerede kaldığını bir türlü anlayamıyor olsalar da aklı sürekli formda kalmayı başarıyordu. Ne var ki birkaç yıl daha böyle yaşamayı sürdürürse ne durumda olacağı tam bir muammaydı. Beatrice’le İtalya’ya gitmek için yola çıktıkları gemi karadan ayrılalı dört saat olmuşken muhtemelen yatakta yediği onca yemek yüzünden Amory’nin apandisi patladı. Avrupa’ya ve Amerika’ya üst üste gönderilen bir dizi telgraftan sonra tüm yolcuların şaşkın bakışları arasında koca gemi Amory’yi limana bırakmak için rotasını çevirerek New York’a geri döndü. Bu olayı yaşayanlardan biri değilseniz bunun muhteşem bir şey olduğunu kabul etmelisiniz.
Ameliyattan sonra Beatrice içkinin etkisiyle ortaya çıkan hezeyanlara şaşırtıcı derecede benzeyen bir sinir krizi geçirdi ve Amory sonraki iki yılı dayısı ve yengesiyle geçirmek üzere Minneapolis’te kaldı. İşte Batı medeniyetinin o yalın, bayağı havası, onu ilk olarak orada gafil avlamıştı.
Amory notu okuduğunda yüzünde alaycı bir ifade belirdi.
“Bir kızak partisi vereceğim,” diyordu, “17 Aralık Perşembe günü, saat beşte. Eğer sen de gelebilirsen çok sevinirim.”
Minneapolis’e geleli iki ay olmuştu ve bu sürede yaşadığı en büyük sıkıntı kendini “okuldaki diğer çocuklardan” ne denli üstün hissettiğini saklama konusunda olmuştu; fakat bu varsayımı pek sağlam temellere dayanmıyordu. Amory bir gün Fransızca dersinde (ileri Fransızca dersi alıyordu) aksanını küçümseyip durduğu Bay Reardon’ın telaffuzunu düzelterek gösteriş yapmış ve tüm sınıfı kendine hayran bırakmıştı. On yıl önce Paris’te birkaç hafta geçirmiş olan Bay Reardon ne zaman defterini açacak olsa fiillerle ilgili sorular sorarak ondan intikamını alıyordu. Başka bir sefer de Amory tarih dersinde gösteriş yapmaya çalışmış ama bunun sonuçları öyle korkunç olmuştu ki kendi yaşıtları sonraki bir hafta boyunca birbirlerine imalı laflar atıp durmuştu:
“Aaah, sanıyorum ki Amerikan devrimi ekseriyetle orta sınıfları ilgilendiren bir vakaydı,” ya da “Washington çok asil bir aileden geliyordu… Aaah, çok asil… Sanıyorum…”
Amory bilinçli olarak lafı geveleyerek kendini yaptığı gaftan kurtarmaya çalışmıştı. İki yıl önce Amerika tarihini okumaya girişmiş, ne var ki ancak annesinin büyüleyici bir sesle telaffuz ettiği Koloni Savaşları’na7 kadar gelebilmişti.
En büyük dezavantajı ise spor konusundaydı. Okulda güçlü ve popüler olabilmek için sporun ne kadar önemli olduğunu fark ettiğinde canını dişine takarak kış sporlarında ustalaşmayı kafasına koydu. Bilekleri ağrıyıp burkulsa da, her öğleden sonra cesurca Lorelie kayak alanına giderek paten yapıyor ve ne zaman bir hokey sopasını patenlerine takılmadan tutabileceğini merak ediyordu.
Bayan Myra St. Claire’in kızak partisi davetiyesi, o sabahı ceketinin cebinde, tozlu bir parça fıstıklı şekerlemeyle birlikte geçirdi. Öğleden sonra Amory iç çekerek davetiyeyi cebinden çıkardı, biraz düşündükten ve Latinceye Giriş kitabının arkasında ilk taslağını hazırladıktan sonra cevabını yazdı:
Pek sevgili Bayan St. Claire;
Bu sabah, gelecek Perşembe akşamı yapılacak olan akşam eğlencesi için göndermiş olduğunuz cazip davetiyeyi aldığıma gerçekten çok sevindim. İltifatlarımı Perşembe akşamı bizzat sunmak son derece hoşuma gidecektir.
Böylelikle Amory perşembe günü kürekle karları temizlenmiş kaygan kaldırımlarda düşünceli bir şekilde yürüyerek annesinin tasvip edeceğini düşündüğü yarım saatlik bir gecikmeyle saat beş buçukta Myra’nın evinin önüne geldi. Eşiğe geldiğinde kayıtsızca gözlerini kısarak bekledi ve nasıl bir giriş yapacağını titizlikle planladı. Çok acele etmeden Myra’nın annesi Bayan St. Claire’in yanına doğru yürüyecek ve tam olarak şu tonlamayla şunları söyleyecekti:
“Pek sevgili Bayan Claire, geç kaldığım için ziyadesiyle üzgünüm fakat hizmetçim…” burada duraksadı ve daha önce duymuş olduğu bir cümleyi aynen tekrarladığını fark etti, “ama dayımla birlikte bir dostu görmemiz gerekti… Evet, göz alıcı kızınızla dans okulunda tanıştım.”
Sonra Amory yabancılara özgü o hafif eğilerek verilen selamla oradaki tüm samimiyetsiz küçük kızlarla el sıkışacak ve etrafını çevreleyen her iki tarafın selameti için birbirinden uzakta duran haşin erkek gruplarını başıyla selamlayacaktı.
Uşak (Minneapolis’teki üç
5
Algernon Charles Swinburne (1837-1909), tabu kabul edilen birçok konuda yazan İngiliz şair, oyun yazarı ve romancı. (ç.n.)
6
L.C.V.: Lütfen cevap veriniz. (ç.n.)
7
Koloni Savaşları: Özellikle 16. yüzyılda İspanyol asker ve kâşiflerin Amerika’yı işgal ederek yerli halkla savaşmasıyla başlayan kolonileşme dönemi savaşları. (ç.n.)