Katya. Лев Толстой
atemini tutuyorduk. Bütün kışı köydeki sayfiyemizde, Maşa ve Sonya1 ile üçümüz, yalnız başımıza geçirdik. Dadımız ve mürebbiyemiz Maşa, hep elinde büyüdüğümüz eski bir aile dostudur. Ona ait hatıralarım, sevgim gibi kendimi bildiğim, en eski zamanlara kadar uzanıp gider.
Sonya benim küçük kız kardeşimdi.
Kış, bizim Potrovski’deki köşkümüzde ne kadar kasvetli geçti! Hava öyle soğuk ve rüzgârlı idi ki rüzgârın attığı kar yığınları, her zaman buzlu ve donuk duran pencerelerin hizasını aşıyordu. Üstelik biz de aşağı yukarı bütün kış ne bir yere çıktık ne de gezebildik.
Bize pek gelen olmazdı. Gelenler de evimize ufak bir neşe veya canlılık getirmiyorlardı. Hepsinin yüzü küskündü. Birini uyandırmaktan korkuyorlarmış gibi sessiz konuşurlar, gülmezler, içlerini çekerler ve ikide bir bana bakınca ve hususiyle siyah robu içinde zavallı kardeşimi görünce ağlarlardı. Evin her tarafı sanki hâlâ ölü kokuyor ve korkunç bir ölüm havası her yere sinmiş bulunuyordu. Annemin odası kapalı dururdu. Ben geceleri yatmaya giderken bu soğuk ve boş odanın kapısına şöyle kaçamaklı bir göz atmaktan kendimi alıkoyamazdım: O zaman hem korkunç fenalıklar geçirir hem de mukavemet edemeyeceğim bir cazibe gözlerimi oraya çekerdi.
O sıralarda ben on yedimde idim. Öldüğü yıl annemin niyeti, beni sosyete hayatına karıştırmak için gidip artık şehirde oturmaktı. Annemin ölümü bana büyük bir acı oldu fakat itiraf etmeliyim ki bu acının yanında, şu gençliğim ve şu güzelliğimle -bilmem, herkes öyle söylüyor- köyün çorak ıssızlığı içinde, kendimi bir ikinci kışı daha geçirmeye mahkûm görmekten de az çok bir eza duyuyordum. Daha bu kış bile sonuna ermeden gam, keder, yalnızlık… Açıkçası can sıkıntısı ruhumu öyle kaplamıştı ki artık odamdan bile dışarı çıkmaz oldum. İçeride de ne piyanomun kapağını açar ne de elime bir kitap alırdım. Maşa beni bir işle oyalamak istedikçe “Canım istemiyor, yapamam.” diye cevap verirdim. İçimden bir ses, “Ne olacak?” derdi. “İş göreceğim de ne olacak sanki? Varlığımın en değerli çağı böyle geçip gittikten sonra neye yarar? Bana yazık değil mi?” Ve bu suallerin cevabı gözyaşlarından başka bir şey olmazdı.
Bu esnada bana zayıfladığımı ve çirkinleştiğimi söylüyorlardı. Fakat benim umurumda değildi. Ne için ve kimin için kendimle alakadar olacaktım? Bana öyle gelirdi ki ömrümün sonuna kadar bu çölde ve bu ızdırap içinde hiçbir yerden çağırılmaksızın kendi hâlimde ve kendi âlemimde hayatım geçecek. Bunu öyle benimsemiştim ki kendimi kurtarmak için ne kuvvet bulur ne de içimde bir istek duyardım.
Kış sonlarına doğru Maşa beni merak etmeye başladı ve ne olursa olsun yabancı bir memlekete götürmeye karar verdi. Fakat bunun için para lazımdı. Biz ise annemizin mirasından ne geldiğini pek bilmiyorduk ve işlerimize bakacak olan vasimizin her gün gelmesini bekliyorduk.
Nihayet Mart içinde vasimiz geldi.
Bir gün işsiz güçsüz, kafam bomboş, kalbimde hiçbir emel taşımayarak bir gölge gibi tenhalarda dolaşırken Maşa “Şükür Allah’a!” dedi. “Serj Mihaloviç haber göndermiş, akşama yemeğe gelecekmiş. Haydi bakalım Katyacığım, biraz kıpırdan! Seni bu hâlde görürse ne der? Hâlbuki bilirsin, ikinizi de ne kadar sever.”
Serj Mihaloviç bizim yakın komşumuz ve rahmetli babamızla aralarında yaş farkı çok olmakla beraber, bir baba dostu idi. Onun gelişi, köyden ayrılmamıza imkân vermek suretiyle hayat planlarımızda müsait bir değişiklik yapmasından başka ben bu adamı küçüklüğümden beri sevmeye ve saymaya öyle alışmıştım ki Maşa bana, onun geleceğini haber vererek harekete geçmemi tavsiye ettiği vakit, bundan daha başka bir değişiklik de çıkabileceğini ve bütün tanışlarım içinde onun karşısına perişan bir hâlde çıkmamın bence pek acı bir şey olacağını keşfetmemesi mümkün değildi. Zaten evin içinde Serj Mihaloviç’i sevmeyen yoktu. Maşa’dan ve vaftiz kızı olan Sonya’dan en son gelen arabacıya kadar herkes onu severdi. Fakat benim ona olan eski bağlılığımın bugün bütün bütün hususi bir cephesi vardı: Bir gün annem, bana koca olacak adamın, işte böyle bir kimse olması temennisinde bulunduğunu benim yanımda söylemişti. O zamanlar bu düşünceyi pek acayip hatta epeyce de yersiz bulmuştum; benim tasavvur ettiğim koca tamamıyla başka idi, benimki, ince, zayıf, soluk ve melankolik bir simanın halesi içinde görünen bir gençti. Serj Mihaloviç ise bilakis artık hiç de genç sayılamazdı; iri yarı, sağlam bünyeli ve anladığıma göre pek mültefit2 bir mizaçta idi. Böyle olmakla beraber annemin o sözü aklımda yer etmiş, bende oldukça derin bir iz bırakmıştı. Ondan sonra altı yıl geçti. Ben o zaman daha on bir yaşında idim. Bana “sen” diye hitap ederdi. Beraber oynardık. Bana “Küçük Menekşe” adını takmıştı. O zamandan beri ya aklına eser de apansız beni almaya kalkışırsa diye ne vakit düşünecek olsam içime bir korku düşer, ürperirdim.
Maşa fazla olarak ıspanakla bir de tatlı yapmıştı. Yemek zamanından biraz evvel misafirimiz geldi. Küçük bir kızakla eve doğru yaklaştığı sırada ben pencereden bakıyordum. Tam köşeyi dönerken kendimi göstermemek ve onu zerre kadar beklediğim hissini vermemek için acele salona koştum. Fakat aralık odada önce gürültüler, çok geçmeden de onun gür sesini ve Maşa’nın ayak seslerini duyunca dayanamadım ve kendim karşılamaya gittim. Maşa’nın elinden tutmuş, yüksek bir tonla ve gülümseyerek konuşuyordu. Beni görünce durdu ve selamlamadan bir müddet gözüme baktı. Bu bakışından sıkıldım ve kızardığımı hissettim. Nihayet külfetsiz ve azimkâr sesi ile “O!” dedi. “Mümkün müdür ki bu siz olasınız Katya?”
Maşa’nın elini bırakmış, bana doğru geliyordu. Devam etti:
“Bu kadar değişmek mümkün olabiliyormuş demek! Ne kadar büyümüşsünüz! Dün bir menekşe idiniz! Bugün kocaman bir gül olmuşsunuz!”
Geniş elleriyle elimi tuttu ve samimi olarak öyle kuvvetle sıktı ki canımı acıttı. Ben elimi öpecek sanarak önünde eğilmiştim fakat o, tekrar elimi eline alarak şen ve metin bakışını gözümün içinden ayırmadı.
Altı yıldan beri onu görmemiştim. Çok değişmiş, yaşlanmış, kararmış ve iki tarafında, yüzüne pek yakışmayan, favoriler bırakmış fakat tavırları her zaman olduğu gibi sade ve tabii, bariz çizgileriyle eskisi gibi açık, namuslu, cevval gözleri gene öyle kıvılcımlı ve bir çocuk gülüşünü andıran tebessümü latif idi.
Beş dakika geçmeden basit bir ziyaretçi durumunu bırakarak hepimize karşı teklifsiz bir dost vaziyeti aldı. Hatta şu gelişinin kendilerinde uyandırdığı sevinci açıktan açığa izhar için hizmetine can atan adamlarımıza karşı da aynı vaziyeti göstermekten geri kalmadı.
Bir annenin ölümünden sonra, eve gelen ve asık suratlı olmayı lüzumlu sanan bir komşu hâli onda hiç yoktu. O, bilakis şen göründü, konuşurken annemizi hatırlatacak bir tek söz söylemedi. Bir derecede ki bu kayıtsızlığını biraz tuhaf hatta bizi bu kadar yakından tutan bir adam için oldukça münasebetsiz bulmaya başlıyordum. Fakat çok geçmeden anladım. Bu bir kayıtsızlık değil, bilakis kendisine müteşekkir kalmamı icap eden bir maksada mebni imiş.
Akşama doğru Maşa salonda, annemizin sağlığında oturduğumuz yerde, bize çay hazırladı. Sonya ile ben, onun yanına oturduk. İhtiyar Greguvar, bulduğu eski bir pipoyu, babamın piposunu, misafire getirdi. O da tıpkı eskiden olduğu gibi, enine boyuna gezinerek odayı arşınlamaya başladı.
Bir aralık apansız durarak “Bu evde…” dedi. “Ne müthiş değişiklikler olmuş! İnsan düşündükçe…”
Maşa semaverin kapağını kaparken içini çekerek “Evet!” diye cevap verdi ve hemen ağlamaya hazır bir hâlde Mihaloviç’e baktı. O, bana dönerek sordu:
“Siz şüphesiz babanızı hatırlarsınız, öyle değil mi?”
“Biraz…”
Başımın üstünden belirsiz bir nazar kaydırarak düşünceli bir tavırla ağır ağır “Ne olurdu…” dedi. “Şimdi sağ olaydı! Sizin için ne kadar iyi olurdu.”
Sonra daha ağır ilave etti:
“Babanızı çok severdim…”
O dakikada gözlerinin canlı bir alevle parladığını fark eder gibi oldum.
Maşa yüksek sesle “İşte şimdi de Allah anamızı elimizden aldı!” dedi. Sonra elindeki havluyu çaydanlığın
1
Maşa, Sonya isimleri Mari ve Sofi’ye aile içinde verilmiş değişik isimlerdir. (ç.n.)
2
Mültefit: Güler yüz gösteren, hoş davranan. (e.n.)