Katya. Лев Толстой
giren sürülerin melemeleri gelirken zavallı şakacı Nikon, taraçanın dibindeki fıçı kerevetinin üstünden bir fıçı ile geçiyor ve hemen bir sulama hortumu başlığından fışkıran bol soğuk su şelalesi, boynu bükük ay çiçekleri etrafında yeni kazılmış toprağa siyah çemberler çiziyordu. Taraçada bizim önümüzde, bembeyaz bir örtü üstünde kaymak, reçel ve pasta tabakları arasında pırıl pırıl yanan bir semaver kaynarken etrafında ziya oyunları yaparak ışıldıyor, becerikli bir ev kadını olan Maşa, tombul elleriyle fincanları sudan geçirip kuruluyordu. Bana gelince; banyodan yeni çıktığım için iştahım yerinde idi. Çayı beklemeden çok taze ve koyu bir sütlü kaymağa ekmeğimi batırıp yiyordum. Sırtımda, kolları yırtmaçlı, bir keten buluz; başımda nemli saçlarımı örten bir ipek mendil vardı.
Önce Maşa onu pencereden gördü, uzaktan bağırarak “Ah! Serj Mihaloviç! Şimdi sizi anıyorduk.” dedi.
Ben hemen kalktım, gidip kıyafetimi değiştirecektim. Fakat tam kapıya vardığım sırada üstüme geldi, yakalandım.
Başıma, başımdaki mendile bakıp gülümseyerek “Hadi canım Katya!” dedi. “Köyde teşrifat aranmaz. Siz Greguvar’a karşı hiç bu kadar takayyüt göstermiyorsunuz, işte ben de sizin için bir Greguvar olmak isterim.”
Fakat aynı zamanda pek iyi anlıyordum ki Greguvar’ın bakabileceği bir surette bana bakmıyordu. Bu hâli beni sıktı. Uzaklaşarak “Ben şimdi gelirim.” dedim. Arkamdan gülerek “Ne zararı var?” diye sesleniyordu. “Sizi bir köylü kızı sanırlar.”
Giyinmek için acele merdivenden çıkarken Ne acayip bir bakışla bana baktı! diye içimden geçti. Kendi kendime, Ne ise, diyordum. Çok şükür akıbet geldi. Artık: daha neşeli oluruz!
Aynaya bir göz attıktan sonra şen şakrak aşağı indim ve telaşımı saklayarak soluk soluğa taraçaya geldim. O masanın yanında oturmuş, Maşa ile işlerimizi konuşuyordu. Beni görünce hemen gülümsedi ve konuşmasına devam etti. Dediğine göre işlerimiz pek yolunda imiş. Yazı köyde geçirmekten başka yapacak bir işimiz yokmuş, ondan sonra Sonya’nın tahsili için ya Petersburg’a ya da yabancı bir memlekete gidebilirmişiz.
“Yabancı illere…” dedi Maşa. “Siz de beraber gelseniz ne iyi olur. Çünkü biz kendi başımıza, bir ormana düşmüşüz gibi kayboluruz.”
Yarı şaka, yarı gerçek cevap verdi:
“Ah! Keşke mümkün olsa da sizinle beraber devriâlem seyahatine çıksam!”
“Ne var!” dedim. “Çıkalım, beraber dünyayı dolaşalım!”
Güldü ve başını salladı.
“Peki annem?” dedi. “Sonra işlerim? Bunları ne yapacağız? Olacak şey değil, bu bahsi bırakalım, siz bana anlatın bakalım, nasıl vakit geçirdiniz? Hâlâ canından bıkmış gibi misiniz? Ne mümkün!”
Ona, kendisi yokken meşgul olmanın ve can sıkıntısına düşmemenin yolunu bildiğimi söylediğim ve Maşa da sözümü tasdik ettiği zaman bir çocuğa hitap edercesine ve sanki hakikaten buna bir hak ve salahiyeti varmış gibi, teşvik edici sözler ve bakışlarla bana paye verdi. İyi denebilecek her ne yaptımsa onları ve bilhassa bütün teferruatıyla pek samimi olarak onun tenkit ve tayip edeceği9 her kusurlu hareketimi, bir papaza itirafta bulunur gibi ona anlatmak bana münasip göründü. Gece hâliyle her yer o kadar güzeldi ki çay gürültüsü ortadan kalktıktan sonra da biz taraçada kaldık ve ben muhabbetimizi öyle enteresan buldum ki etrafımızda ev hayatına ait bütün şamataların hissolunmayacak surette kesilerek uyuşukluğa düştüğünün farkında olamadım. Her tarafta çiçeklerden bariz kokular yükseliyor, çimenler bir çiy deryası içinde kalıyor; yanı başımızdaki leylak kümesine sığınmış olan bülbül şakırken bizim sesimizi duyup susuyordu. Yıldızlı gökyüzü tepemize, başımızın hizasına kadar inmiş gibi idi. Gecenin hululünü bana bildiren şey taraçanın tentesi altında bir yarasanın boğuk bir uçuşla birden geçişi ve beyaz elbiselerimden ürkerek etrafımda çırpınışı oldu. Ben hemen arkamı duvara verdim, az kaldı bir çığlık koparacaktım. Bereket versin yarasa, gene öyle boğuk uçuşu ile sığınağımızın altından kurtularak bahçenin karanlıklarına dalıp kayboldu.
Serj Mihaloviç muhavereyi keserek “Sizin bu Pokrovski’yi ne kadar seviyorum! Ömrünün sonuna kadar insanın bu taraçada durup dinleneceği geliyor.” dedi.
“Pekâlâ.” dedi Maşa. “Durup dinlensenize.”
“Ah, evet! Durup dinlenmek! Fakat hayat… O, durup dinlenmiyor!”
“Peki, niçin evlenmiyorsunuz? Siz mükemmel bir koca olursunuz.”
Gülümseyerek “Niçin mi?” dedi. “Ben artık evlenebilecekler arasında sayılmayalı çok oluyor.”
“Ne demek?” dedi Maşa. “Otuz altı yaşında yaşamaktan yorulduğunuzu mu iddia edeceksiniz?”
“Evet, şüphesiz! Yoruldum, hem o kadar yoruldum ki artık dinlenmekten başka bir şey istemiyorum. Evlenmek için arza şayan başka bir şey olmalı. (başı ile beni göstererek) İşte Katya’ya sorunuz. Gördünüz mü evlendirilecek kızı! Bize gelince; artık bizim rolümüz onların saadetinden nasip almaktır, başka bir şey değil!”
Sesinin titreyişinde gözümden kaçmayan gizli bir melankoli ve az çok bir gerginlik vardı. Bir müddet sustu. Ne ben ne de Maşa, hiçbir şey söylemiyorduk.
Nihayet masanın başına gelerek “Mesela tasavvur ediniz…” dedi. “Ben apansız akla yelken etmişim de, bilmem nasıl çılgın bir saika ile on yedi yaşında, Katya Aleksandrovna kadar körpe bir kızla evlenmişim! İşte size güzel bir misal; mevzumuza bu kadar uygun düşmesine memnun oldum… Daha iyisi bulunamazdı.”
Ben gülmeye başladım fakat ne için memnun olduğunu ve mevzuya bu kadar uygun düşenin ne olduğunu bir türlü anlayamıyordum…
Bana dönüp şakacılığını takınarak “Şimdi bana siz, elinizi vicdanınıza koyarak doğrusunu söyleyin. Yaşlı bir adamla hayat birliği etmeniz sizin için büyük bir felaket olmaz mı? Bir adam ki ununu elemiş eleğini asmış, siz, Allah bilir, nasıl taze bir hevesle koşup uçarken o durduğu yerde kalmaktan başka bir şey istemez.” dedi.
Ne diyeceğimi bilemediğim için sesimi çıkarmıyor ve sıkıntılı bir zaman geçiriyordum.
Gülerek “Ben…” dedi. “Buraya sizi istemeye gelmedim fakat geceleri bahçenin yollarında gezinirken şayet kendinize böyle bir koca tahayyül ediyorsanız, sizin için bu bir büyük fenalık olmayacak mıdır?”
“O kadar büyük bir fenalık değil.” dedim.
“O kadar büyük bir iyilik de değil.” dedi.
“Evet.” dedim. “Ben aldanmış olabilirim.”
Gene sözümü kesti:
“Görüyor musunuz, ne güzel muhakeme ediyor! Böyle açık yürekli olması da hoşuma gidiyor. Aramızda bu sözlerin geçmiş olmasından memnunum. İlave edeyim ki dediğim şey benim için en büyük bir felaket olurdu.”
“Ne kadar bambaşkasınız!” dedi Maşa. “Hiç değişmemişsiniz.”
Böyle söyleyerek akşam yemeğinin hazırlanması emrini vermek için taraçayı terk etti.
Maşa gittikten sonra biz, ikimiz de sustuk. Etrafımızdaki her şeyde de bir sessizlik vardı. Yalnız bülbül tekrar ötmeye başladı; fakat akşamki gibi belirsiz ve kısa nağmelerle değil, geceye mahsus ağır, sakin şakımalar yapıyor, sesi bütün bahçeyi dolduruyor ve ötede fundaların içinden başka bir bülbül ilk defa olarak uzaklardan ona cevap veriyordu.
9
Tayip etmek: Ayıplamak, kınamak. (e.n.)