Nokta. Омер Сейфеддин
kahramana bu adı verir. Fakat o muvaffak olamayınca ‘mehdi’ kelimesi ‘mütemehdi’ olur. Yine hakiki Mehdi beklenilmeye başlanır. Ama… Ama, hayır… Öyle bir Mehdi zuhur edip bütün İslamları birleştirerek müstevlilerinden bir anda intikam alamayacaktır. Lakin bu esirlik de kıyamete kadar sürecek mi? Hayır, hayır… Mutlaka bir gün İslamların öcü alınacaktır. Ama nasıl? Buna büyük ve mukaddes kitabımız Kur’anı Kerim cevap veriyor. Diyor ki: ‘Ve likülli kavmin hâd.’ Evet bütün kavimlerin kendilerine mahsus hâdîleri vardır. Onları hidayete eriştirir. Mesela Bosna Hersek’teki Müslümanları, halife gidip kurtaramaz. Onlar çalışırlar, içlerinden bir fedakâr, birçok fedakâr çıkar. Silaha sarılırlar. Esirlikten kurtulan Hristiyan milletlerin halasçılarını taklit ederler. Cezayir’dekiler, Fas’takiler, Tunus’takiler, Sudan’dakiler, hatta Mısır ’dakiler de öyle. Başka yerlerdekiler de öyle.. Kendi içlerinden, kendi kavimlerinden kurtarıcı hâdîler yetişecek, mensup oldukları kavmin başına geçecekler. Sonra… Esirlikten kurtulan, kafaları ilim ve akıl tutmaya başlayan İslam milletler, Hristiyan milletler gibi, aralarında bir ‘beynelmileliyyet’ teşkil edecekler ki işte bu ‘İttihad-ı İslam’ mefkuresinin hakikatidir. Artık bu ‘İslam beynelmilliyeti’ mefkuresi hakikat hâline girince ‘Hristiyan beynelmileliyyeti’ yani Avrupalılar, zayıf ve himayesiz buldukları küçük İslam kavimlerin üzerine hep birlikte yüklenemeyecekler. İşte bu muvazeneden dünya yüzünde ancak o vakit ‘hak ve hukuk’ doğacaktır. Bir kavmin hadileri o kavmi gaflet, cehalet, idraksizlik uykusundan uyandıranlardır. Biz Türkler, kurtarıcılarımızın elindeki mukaddes ve hidayet şulelerinin aydınlattığı millî bir mefkureye doğru yürüyecek, altında inlediğimiz zincirleri kıracak, diğer Türk olmayan İslam kardeşlerimizin bile imdadına yetişeceğiz. Ve bizim gibi her İslam kavim de kendi hâdîsini beklemekte haklıdır. Bu müjdeyi biz Müslümanlara Kur’anı Kerim vermiştir. Evet işte Kur ’anı Kerim elimizde… Bir Mehdi yoktur. Fakat birçok hâdî olacaktır.
Avam o tek ve hayalî Mehdi’yi beklerken biz, Türk, Arap, Fars ve diğer İslam mütefekkirleri kendi hâdîlerimizi, hakiki Mehdileri beklemeliyiz. Ve onların zuhur edip etmeyeceklerinden bir an için olsun şüphelenmemeliyiz…”
Bilmem hangi istasyonda durmuştuk. Trenin kapısı birdenbire açıldı ve ihtiyar hoca susuverdi. Esmer bir kondüktör silindir şapkalı bir Rum’a:
“Buyurunuz.” diyordu.
Bu herif bize tarif olunamayacak derecede derin bir nefret ve istikrahla bakarak, Rumca:
“Fakat burada Türkler var!” diye durdu.
Suratını ekşiterek hepimizi ayrı ayrı süzdü. Kahraman kondüktör hemen yararlığını gösterdi:
“Haydi bre… Öbür başa toplanın. Burada pencerenin önünde mösyö rahat edecek…”
Hoca ile karşısındaki genç yüzlerini yere eğerek bizim tarafımıza gelip sıkıştılar. Giren şık ve küstah mösyö şapkasını çıkarıp, ayaklarını karşıki kanepenin üstüne uzattı. Âdeta yattı. Sigarasını yaktı. Tek gözlüğünü takarak bize bakmaya başladı. Sözünü tamamlayamayan ihtiyar hoca yaralı ve can çekişen düşkün bir aslan gibi yeniden uyuklamaya başlamıştı. Şimdi biz, yine, o yalnız esir ve perişan Müslüman memleketlerinde duyulan yakıcı ve dondurucu ağır tevekkülün taştan sükûnuyla susuyorduk.
Yolcu mösyö, cigarasının küllerini üzerimize fırlatıyor, tükürüyor, sonra avazı çıktığı kadar Bizans İmparatoru ve Yunanistan Kralı XII. Konstantin için bestelenmiş Fransızca bir şarkıyı haykırıyordu.
Biz susuyorduk… Tren seyrek ve fasılalı ağaçlıkların arasından geçiyordu. Ve Türklerden kalma sarı badanalı eski karakollar, bu yollardan kaçarken mahvolmuş gafil bir milletin dinsiz ve yıkık mabetleri gibi ikişer üçer kilometre ara ile sıralanmış hâlâ duruyordu. Susuyorduk. Zannederim hepimiz –hatta İslamlıktan ümidini kesmiş olan açık fikirli mahut şişman mutasarrıf mazulü bile– hepimiz mukaddes kitabın her kavme vadettiği hâdîleri düşünüyor. Türklerin mehdisinin ne vakit çıkacağını kendi kendimize soruyorduk. Yolcu mösyö Türklüğe ağza alınmaz küfürlerle kafiyelenmiş Rumca şarkılar da bağırmaya başlamıştı. Biz susuyorduk. Biz susuyorduk. Ve benim gözlerim hep o beyaz bir felah ve ümit fecrinin uzak bir aksi gibi parlayan beyaz sarığa, ihtiyar hocanın uyanık bir dalgınlıkla sallanan büyük ve nurlu başına dalıyordu…
BOYKOTAJ DÜŞMANI
Akşam tam sofraya oturacağı vakit Rum hizmetçi kızın verdiği küçük ve kırmızı bir kitap bütün sinirlerini altüst etmişti. Bu bir propaganda risalesiydi. Her sayfasında: “Ey Türkler! Paralarınızı yerli Yunanlılara vermeyin. Yunan donanmasının dörtte üçünün Türk parasıyla yapıldığını yine kendileri söylüyorlar. Kardeşlerinizle, Türklerle alışveriş edin. Yoksa mahvolacağız, açlıktan öleceğiz, ezan yerine camilerde çanlar uluyacak. Uyanın, uyanın…” deniliyordu. Bu ne demekti? Artık bu heriflerin küstahlıkları nerelere kadar gidecekti?
İşte kendisi gibi din ve bilhassa milliyet taassubundan tamamıyla kurtulmuş medeni ve centilmen bir adamın kapısını da çalıyorlardı. İştahı tıkandı. Bir lokma yemek yiyemedi. Hatta gece hiç uyuyamadı. Sabahleyin erkenden kalktı. Bu muzır ve tehlikeli kitabı mahallenin polis komiserine götürdü ve “Anasır-ı Osmaniye”nin arasına fesat tohumu eken hu canileri bulmasını talep etti. Komiser sarışın ve tombul bir efendi idi. Onun uzun boyuna, dar ve tahta gibi düz göğsüne, kesik bıyıklarına, siyah ve dolgun gözlerine baktı.
“Evvela biraz hiddetinizi teskin buyurunuz efendim…” dedi ve taaccüple sordu:
“Bu kitabı bırakmak cinayet midir beyim?”
“Şüphesiz cinayet…” diye haykırdı.
Elleri titriyordu, kolundaki pardösüsünü çiğniyor ve düşmanını yere seren bir kahraman azametiyle başını yukarı kaldırıyordu. Komiser uykudan yeni kalktığı için hâlâ mahmurdu. Ürktü. Tekrar ona derin derin baktı. “Acaba büyük bir adam mıdır?” diye düşündü.
“Siz kimsiniz, ismi aliniz efendim?”
“Mahmut Yesri…”
“Zabit misiniz efendim?”
“Hayır.”
“Kâtip mi?”
“Hayır.”
“Herhâlde tüccar değilsiniz. Yoksa pansiyoncu musunuz?”
“Hayır, ben gazeteciyim.”
Komiser onun gazeteci olduğunu duyunca, sanki üzüldüğüne, biraz ehemmiyet verdiğine pişman oldu. “Aranır, bulunursa bulunur, bulunmazsa ne yapalım? Haydi arş, dışarı! Burada sizin işiniz yok…” diye onu kovmaktan beter etti.
Karakoldan çıktı. Vapura daha vakit vardı. Orfanidis’in pastacı dükkânına girdi. İki kadeh likör içti. Ah bu matbuat kanunu… Büyük Boşo, Büyük Kozmidi gibi mebusların sayesinde yaşayan eski hürriyet olsaydı, bir başmakale ile bu hayvan komiseri ne hâle koyardı. Bu komiser değil, âdeta bir boykotajcı idi. Aleyhinde bulunamayacağını bildiği için kendisine ıslak bir tavuk kadar ehemmiyet vermemişti. Ve üzerine de zımni bir hakaret… Yoksa pansiyoncu musunuz ha? Demek yalnız pansiyoncular Yunanlıları seviyorlardı. Bu zihniyet ne müthiş bir felaketti! Medeniyet, insaniyet, edebiyat, ilim, felsefe ve fen Yunan ve Rum muhabbetinden başka bir şey miydi? Dünyada bu milletten asil, bu milletten necip, bu milletten kibar bir millet daha var mıydı? Likörünü içiyor, dışarıya, geç kalmış tembel bir baharın hararetsiz güneşiyle parlayan sokağa bakarak düşünüyordu. Varlık, saadet, şiir, musiki, zevk… Her şey, her şey Yunan’ın, Yunanlığın idi… Bunu inkâr etmek barbarlıktı. Dedelerimiz şimdiki serseriler gibi “Turan, Turan…” diye