Kuyucaklı Yusuf. Сабахаттин Али
Rifat’ın İhsan, şimdi büsbütün yıkılan Şakir’i tutmaya, aynı zamanda muvazenesi bozulan salıncağı düzeltmeye uğraşıyordu.
Yusuf salıncaktan inenlere “Hadi siz eve gidedurun, ben İhsan’a bir iki laf diyeceğim!” dedi.
Ali ile Muazzez biraz ilerlediler, fakat Muazzez, ne olacağını biliyormuş gibi, biraz ötede, su muhallebisi satan bir serginin arkasında durdu, Ali’yi de durdurdu.
Yusuf salıncaktan inen İhsan’a doğru yürüdü ve sordu:
“İhsan, ne istiyor bu itoğlu?”
Şakir yüzüne dökülen ve yağlı yağlı parlayan uzun saçlarını fesinin altına sokmaya çalışarak bu tarafa döndü:
“Kim ülen itoğlu?”
Elini alışkın bir hareketle arka cebine götürdü. Fakat tam bu sırada Yusuf’un pek de dayanılacak gibi olmayan yumruğunu suratına yiyerek yere yuvarlandı. İhsan iki kolu ile Yusuf’u sımsıkı sarmış, onu teskine çalışıyordu:
“Etme gözünü seveyim, Yusuf! Bak, sarhoş işte!.. Ben şimdi alır götürürüm.”
Yusuf silkindi ve yerdekine iki tekme daha savurdu, fakat derhâl koşup gelen Muazzez’le Ali kendisini çekip götürdüler.
Bu sırada ayağa kalkan Şakir, onların arkasından koşmak istiyordu; fakat İhsan’la salıncakçı, kollarından tutmuşlar, bırakmıyorlar ve elinden tabancasını almaya çalışıyorlardı.
Tam o sırada Şakir’in en iyi arkadaşı Hacı Etem geldi. Sarhoşu kolundan tuttu, etrafındakilere “Bana bırakın siz!” dedi.
Ve onu zorla yürütmeye başladı.
Bu Hacı Etem, 24 yaşlarında, güzel ve kurnaz bir çocuktu. Anası babası yirmi sene evvel hacca giderlerken dört yaşındaki Etem’i de beraber götürdükleri için ismi böyle kalmıştı. Pek hâli vakti yerinde olmadığı hâlde, herkesten iyi giyinir, herkesten paralı gezerdi. Bu bolluğun İhsan ve Şakir gibi birkaç zengin ve hovarda arkadaştan çıktığı ve Etem’in bunlara hem dalkavukluk ettiği hem de eğlencelerine her iki cinsten mahluklar tedarik edip getirerek bazı ufak hizmetler gördüğü söylenirdi. Fakat bunlar, Etem’in kabadayılığına, fiyakasına ve itibarına hiç de halel vermiş değildi. O, yine yemenili fesini kaşına eğerek dolaşır, her yerde riayet görürdü.
10
Şakir’in kendisine benzeyenlerden ibaret bir partisi vardı. Ne candarma ne hükûmet bunlara karışmazdı. Çünkü parayı bolca oynatıyorlardı.
Bu grubun ekseriyetini yaşlıca hovardalar teşkil ederdi. Bunlar paralarını şurada burada yiyip bitirdikten sonra, şimdi, bu husustaki şöhret ve tecrübelerinden ve aralarına yeni katılan ve daha ellerinde yiyecek paraları bulunan delikanlıların sahavetlerinden istifade edip geçiniyorlardı.
Bunların aileler arasında da çok şiddetli nüfuzları vardı. Hepsi şehrin eski ve itibarlı ailelerinden oldukları için, bugün kibar düşkünü bile olsalar, eski nüfuzlarını devam ettirmek isterler, bunda bir dereceye kadar da muvaffak olurlardı. Çünkü herkesin aklında hâlâ falancanın ablasının düğünündeki azamet, filanca bayramda falancaların yaptığı muazzam eğlence yaşardı. Yaşlıca kadınlar bu düşkün eşraf konaklarından birine gittiler mi orada eski âlemleri, merhum ağanın hayalini tekrar görür gibi olurlar ve hiçbir şeyin değişmediğini zannederlerdi. Bunların nazarında kızlara bulunacak en iyi ve münasip koca gene bu eşraf züğürdü serseriler, bu müflis ayyaşlardı. Hovardalıklarından, daha ziyade mazur gören bir teessüfle bahsederler, “Biraz yaşlanınca uslanırlar, ne diyeceksin, delikanlılık!” derlerdi. Fakat bu “delikanlı”ların çoğunun yaşı kırkı aşkındı. Şehrin en iyi aileleri arasında bile bunların istedikleri zaman alamayacakları kız yoktu. Âdeta bütün eşraf aileleri arasında ezelden beri mevcut, değişmez bir mukavele vardı ve buna, haricî şeklin değişmesine, vaziyetin tamamen başka olmasına rağmen, daima riayet ediliyordu. Bunun için bunların herhangi bir talebini reddetmek akla gelmez ve 15-16 yaşındaki temiz, güzel kızcağızlar bu saçı kırarmaya başlamış, manen ve maddeten çürümüş, on parasız sefihlerin kucağına atılırdı. Ekserisi pis birtakım hastalıklarla malul olan bu heriflerin evleri bundan sonra dışarıdan pek belli olmayan ve şiddetle saklanan faciaların yuvası olurdu. Şehir kızlarını bu felaketten biraz olsun koruyan, bu adamların, orospular arasında yaşayarak, evlenmek arzusunu pek seyrek duymaları ve daha bu hayattan yorulup kız istemeye vakit kalmadan ya bir tabanca kurşunu ile yahut da bir hastalık neticesinde ölmeleriydi.
Bunlar şehirdeki nüfuzlarının bir kısmını da kendileri gibi iflas etmeyip akıllı davranarak mevkilerini sağlamlaştırmış akrabalara borçluydular. Kimisi belediye reisi kimisi fabrikatör olan bu adamlar, bu kopuk akrabaları ile pek yakından temasa gelmek istemezlerse de evdeki kadınların tesiriyle birçok ehemmiyetli vakalarda onları müdafaaya mecbur olurlardı. Çünkü ya karıları böyle bir serserinin kardeşi yahut da kardeşleri böyle bir serserinin karısıydı ve aile düşünceleri, akrabalık rabıtaları, bilhassa kadınlar arasında, şiddetle gözetilen meselelerdendi.
İşte Yusuf’un böylelerden birine, hem de daha elindeki maddi membaları tükenmeye vakit bulamamış birine çatması, kendisi için iyi olmayabilirdi.
Fakat şimdilik bunların herhangi bir kötülüklerini icap ettirecek bir vesile zuhur etmedi. İhtimal Yusuf’un kaymakamın oğlu olması (onu burada birçokları böyle biliyordu) biraz daha ihtiyatlı hareket etmelerine ve beklemelerine sebep oluyordu.
Eğer Yusuf herkesi kendisi gibi zannetmese ve etrafına biraz da anlar gözlerle baksa o bayram vakasından sonra birçok arkadaşlarının tavırlarının değiştiğini, mesela şube reisinin oğlu Vasfi’nin kendisiyle pek gezmek istemediğini, Alanyalı Kâzım’ın dükkânına gittiği zaman, eskisi kadar riayet görmediğini sezerdi. Hepsi, Şakir’den ve onun partisinden çekiniyorlardı.
Fakat Yusuf’un aklı böyle şeylere ermediği ve arkadaşlarının kendisine karşı muamelelerine de pek kulak asmadığı için hiçbir şeyin farkında değildi.
Ta kışa kadar hiçbir yerden hiçbir ses çıkmadı, yalnız kışın bazı vakalar, kendisiyle uğraşanlar bulunduğunu ona anlattı. Yusuf’a kalsa gene işin farkına varacağı yoktu, bereket versin hiçbir zaman ondan ayrılmayan ve yapılan teklif ve tehditlere rağmen Yusuf’u terk etmeyen Ali, ona birçok bilmediği şeyleri öğretiyor, pek körü körüne yürümemesini temine çalışıyordu.
Bu vakaların en mühimi ve Yusuf’un ilerideki hayatı üzerinde de tesiri olan bir zeytin işçisi meselesiydi.
Adamakıllı soğuk bir günde Yusuf gene erkenden zeytinliğe gitmişti. O gün işçiler arasında tanımadığı bir kadınla on iki yaşlarında kadar bir kız gördü. İşçilerin başı Köse İbrahim’i çağırarak bunların kim olduklarını sordu.
İbrahim: “İşçi, ağam! Şakir Beygillerde çalışırlarmış, dayak atmışlar, maiyetine gelmek isterler, boğaz tokluğuna da olsa senin yanında kalacaklarmış!”
Yusuf kadını çağırdı:
“Ne diye ağanı bıraktın da buraya geldin, yenge?”
“Dövdüler beni, ağam!..”
“Durup dururken adamı döverler mi?..”
“Dövdüler işte!..”
Yusuf anlamadığını gösteren bir tavırla omuzlarını silkti:
“Peki ama ben ne yapayım seni? Benim işçim tamam.”
“Aman ağam, kulun olayım, beni ters yüzüne çevirme! Kızcağızımla ikimiz ortalarda kaldık!”
Yusuf, kadının yanındaki