Kağnı, Ses, Esirler. Сабахаттин Али
göremedim, sıhhatiniz yalnız naklinize değil, cezanızın teciline sebep olacak kadar sarsılmış göründüğünden heyeti sıhhiye tahliyeniz hakkında rapor yazıyor. Müteessir olmayınız. Çıktıktan sonra nasıl olsa kesb-i afiyet10 edersiniz!” dedim. Bu ufak kâğıdı o gün izinden gelen bir gardiyana vererek kendine gönderdim, kâğıdı dışarıda mal müdüründen aldığını söylemesini de tembih ettim… Bu işten birkaç mahkûmun daha haberi vardı. Gardiyan gülerek tezkereyi aldı ve yukarı götürdü.
Nedense o anda Cavit Bey’in bu şakaya inanıvermesi ihtimalini düşündüm ve yaptığıma birdenbire pişman oldum…
Cavit Bey sahiden inandı. Yukarıdan kıs kıs gülerek inen mahkûmlardan biri, onun, elinde tezkere ile odadan odaya koştuğunu, herkese müjde verdiğini söyledi.
İçim cız dedi; ne yapacağımı bilemeyerek şaşırdım kaldım. Herkes katıla katıla gülüyordu. Ben gitgide daha azaplı bir nedamet içine düşüyordum. Nihayet işi düzeltmek için koşarak yukarı çıktım. Tam merdiven başında kendisi ile karşılaştım. Beni kolumdan tuttu, sesi titreyerek “Çıkıyorum!” dedi ve tezkereyi uzattı.
Aldım. Okuyormuş gibi yaptım. Sonra kaşlarımı çatarak “Ama niçin seviniyorsunuz? Hasta olduğunuzu yazıyor!” dedim.
Bu ehemmiyetsiz şey üzerinde durduğuma şaşıyormuş gibi yüzüme baktı:
“Bir kere çıkayım da sonrası kolay. Ölsem ne olur?” dedi.
Benim sözlerimi dinlemeden, heyecanla, fakat gene o yavaş sesiyle anlatmaya devam etti:
“Ben zaten bunu dün akşam gördüm. Havza’daki evde oturuyormuşuz, ablamın küçük bir oğlu vardı, pek severdim, altı yaşında iken ölmüştü. O geldi kolumdan tuttu, ‘Gel dayı, bahçeye çıkalım!’ dedi. İşte bak… Çıkıyorum!”
Kolumu bıraktı, ufak adımlarla koşarak gitti.
Ona bu coşkunluğu, bu hudutsuz saadeti içinde hakikati söyleyebilecek cesareti kendimde bulamadım.
Cavit Bey, bütün koğuşa, çıkınca nerelere gideceğini, nasıl iş tutacağını anlatıyordu. O zamana kadar hiç ağzına almadığı hâlde bu akşam birdenbire karısından ve çocuğundan bahsetmeye de başlamıştı. Oğlu için “Büyümüştür kerata…” diyor ve karısının ismini söylemeyerek sadece “bizimki” diyordu. Ve bu “bizimki”, bütün mülkiyetiyle “benimki!” demek istiyordu. Etrafındakilerin yüzündeki alayı fark etmeyecek kadar kendini hülyalarına kaptırmıştı…
Herkes yattıktan sonra da Cavit Bey’in sabahlara kadar Kur’an okuduğunu, dualar ettiğini, hatta uzun uzun ağladığını ertesi sabah mahkûmlardan duydum.
Ömrümün en acı saatlerini yaşadım.
Öğleye doğru Cavit Bey işi sezer gibi oldu. Birkaç mahkûmun pek açık alayları onun kulağını bükmüştü. Acı hakikatin tesiri, saadetindeki kadar büyük oldu. Yıldırım çarpmış gibi bahçedeki kütüklerden birinin dibine çöktü. Sonra kalktı, sarhoş gibi sallanarak yukarıya, odasına çıktı. Hiç kimse yanına gitmeye cesaret edemiyordu. Felaket, nedense, başkalarında olduğu zaman bile bizi yanından kaçırıyor.
Cavit Bey iki üç gün kendini toparlayamadı. Benim için, “Ondan böyle şey beklemezdim!” dediğini haber aldım, fakat kendimde gidip özür dileyecek kuvveti bile bulamadım.
Bu hikâye burada biter. Fakat ben, bununla münasebeti olan başka bir vakayı da şuracığa koymaktan kendimi alamıyorum:
Rapor şakasından bir hafta kadar sonra hapishane müdürlüğüne benim hakkımda bir kâğıt geldi:
“İstanbul müddeiumumiliğine teslim edilmek üzere candarmaya teslimi” deniliyordu.
Sevindim. İstanbul ne kadar olsa daha alışkın olduğum bir yerdi. Arkadaşlarım çoktu. Gelenim, gidenim fazla olurdu. Gerçi Konya’da da yalnız değildim, fakat bu nakil bir değişiklikti ve bana fena gelmedi. Hemen eşyalarımı topladım. Kitaplarımı bir sandığa yerleştirdim, vakit geç olduğu için herhâlde yarın gidecektim. O akşam koğuş koğuş dolaşarak tanıdıklara, tanımadıklara “Hoşça kalın, Allah kurtarsın!..” dedim. Cavit Bey’in odasına gittiğim zaman o hemen yerinden kalktı ve yanıma gelerek elimi sıktı, hiçbir şey olmamış gibi konuşmaya başladı. Dargın ayrılmak istememişti. Bir müddet beraber oturduk. Kendisi İstanbul Hapishanesi’nden buraya geldiği için oradaki bazı nüfuzlu mahpuslara tavsiyeler yazdı, biraz serbest olmak, rahat edebilmek için lazım olan hususi malumatı verdi.
Ertesi gün akşama doğru candarmalar nizamiye kapısına geldiler. Ben kitap sandığımı evvelce yollamıştım. Kolumda paltomla bahçedeki mahpusların arasından geçtim. Fakirler yavaşça yanıma sokularak beş on kuruş istiyorlardı. Hepsine biraz bir şey uzattım. Ancak tahliye edilenlerin yaptıkları bu cömertlik bana onlarınkine benzer tatlı bir zevk veriyordu. En sonra Cavit Bey’i gördüm. Tekrar elimi sıktı ve ben ona da iki lira verdim… Tahliye edilen mahkûmların birçoğu gibi…
Fakat ben tahliye edilmiyordum. Ve trene bindikten sonra candarmanın elindeki sevk kâğıdına bakınca gördüm ki, İstanbul müddeiumumiliğine, Sinop Hapishanesi’ne gönderilmek üzere teslim edilecektim. Bunu okuyunca çöker gibi oldum. Bir deniz kenarında yapyalnız duran bir hapishane gözlerimde canlandı ve içinde bir tek bile tanıdığım olmayan o yalı şehrini düşündüm… “Gurbet hapishanesi!” dedim…
Zorlukları, azapları anlatmakla tükenmeyecek bir yolculuktan sonra Sinop’a geldim… Hapishane ve şehir o kadar fena görünmedi bana… Mahpus her şeye çabuk alışır, mahpus kalender olur…
Fakat geldiğimden on gün kadar sonra Konya’dan aldığım bir mektup beni hem güldürdü hem de uzun uzun düşüncelere daldırdı.
Mektup Cavit Bey’dendi. İstanbul’a değil Sinop’a gönderildiğimi öğrenince bütün arkadaşların çok üzüldüklerini söylüyor ve şöyle devam ediyordu:
“Kardeşim, size yaptığım büyük fenalığı vicdanıma mazur gösterebilmek için beni affettiğinizi söylemeniz lazım. Size karşı olan hatam büyüktür. Bir müddet için hiddetime yenilmiş, bana yaptığınız o şakadan sonra geceleyin temiz kalple Allah’a dua ederek ‘O da bana yaptığı gibi bir şeye uğrasın!..’ demiştim. Duamın bu kadar çabuk kabul edileceği ve size bu kadar ağır dokunacağı aklıma gelemezdi… Yaptığım bu kötülüğü bana bağışlayınız!..”
Duvar
Uzun zamanlar deniz kenarında ve surlar içindeki bir hapishanede kaldım. Kalın duvarlara vuran suların sesi taş odalarda çınlar ve uzak yolculuklara çağırırdı. Tüylerinden sular damlayarak surların arkasından yükseliveren deniz kuşları demir parmaklıklara hayretle gözlerini kırparak bakarlar ve hemen uzaklaşırlardı.
Bir mahpusu dünya ile hiç alakası olmayan bir zindana kapamak ona en büyük iyiliği yapmaktır. Onu en çok yere vuran şey, hürriyetin elle tutulacak kadar yakınında bulunmak, aynı zamanda ondan ne kadar uzak olduğunu bilmektir. On adım ötede en büyük hürriyetlere götüren denizi dinlemek ve sonra aradaki kalın kale duvarlarına gözleri dikerek bakmaya, denizi yalnız muhayyilede görmeye mecbur kalmak az azap mıdır? Bahçede insanın ayak ucuna inerek ekmek kırıntılarını toplayan ve aynı hürriyetsiz topraklarda sağa sola adım atan bir kuşun bir kanat vuruşuyla bu duvarları aşarak serbestliklerle kucaklaşmaya gittiğini görmektense nefes almaktan başka hürriyeti hatırlatacak hiçbir şey bulunmayan bir yerde kapanmak daha iyi değil midir?
Fakat benim kaldığım hapishanede her şey, her ses, hürriyeti gözlerin önüne kadar getirmek, sonra birdenbire
10
Kesb-i afiyet: Sağlığa kavuşma. (e.n.)