Tom Sawyer´ın Maceraları. Марк Твен
Tom gene sordu:
“Adın ne senin?”
“Sana ne?”
“Bana ne olduğunu gösterirsem aklın başına gelir!”
“Ne duruyorsun?”
“Kızdırma kafamı?”
“Kızdırırsam ne olacak be?”
“Kendini pek akıllı bir şey zannediyorsun, öyle mi? Bir elim arkada bağlıyken bile seni döverim istesem…”
“Ne duruyorsun o zaman? Hadisene!”
“Matrak geçmeyi bıraksan iyi edersin… Pişman olacaksın sonra?”
“Hele bir görelim!”
“ Vay beyim… Kendini bir şey sanıyorsun, değil mi? Şuna bak ne biçim şapka o be?”
“Beğenmiyorsan şapkayı başımdan atabilirsin. Hadi bakalım. Ama unutma ki o şapkaya el sürecek babayiğidi eşek sudan gelinceye kadar döverim!”
“Yalancı!”
“Babandır!”
“Sen huysuz bir yalancısın.”
“Bana bak, bir tane geçirirsem…”
“Hey, biraz daha böbürlenirsen yersin taşı kafana!”
“Cart!”
“Ha… şimdi…”
“Ne duruyorsun? Boyuna şimdi demenin ne faydası var? Yap da görelim. Üç buçuk atıyorsun da onun için değil mi?”
“Yuh! Senden mi korkacağım?”
“Tabi korkuyorsun.”
“Korkmuyorum.”
“Korkuyorsun.”
Gene sustular, biraz daha birbirlerini gözleyip kavgacı horozlar gibi birbirlerinin çevresinde dört döndüler. Sonunda omuz omuza gelmişlerdi.
Tom:
“Çek arabanı,” dedi.
“Sen çek arabanı.”
“Çekmeyeceğim.”
“Al benden de o kadar.”
Birden kapıştılar.
İkisi de ayakları bir açı oluşturabilecek şekilde açık durarak birbirlerine öfke ve nefretle vurmaya başladılar. Ama hiçbiri fırsatını bulup öbürünü yere yıkamıyordu. İkisi de kan ter içinde kalıncaya kadar mücadeleden vazgeçmedi. Sonunda dikkatli ve ihtiyatı elden bırakmadan yumrukları azalttılar, kavga da bitti.
“Sen korkağın birisin, korkak domuz seni. Ağabeyime söylersem görürsün gününü, küçük parmağıyla ezer seni.”
“Ağabeyinden korkan kim? Benim ondan büyük bir ağabeyim var. Senin ağabeyini bir tutarsa tel örgüden öteye fırlatıp atar.” (İki ağabey de hayaliydi.)
“Yalan söylüyorsun.”
“Senin demenle yalan olmaz.”
Tom, ayağının başparmağıyla toprağa bir çizgi çizdi.
“Hele şu çizginin öbür tarafına geçmeyi bir dene… Pestilini çıkartırım alimallah.”
Yabancı çocuk hemen çizginin öbür tarafına geçerek cevap verdi:
“Eee, hadi çıkarsana bakalım!”
“Kafamı kızdırma; kolla kendini…”
“Ne duruyorsun? Göster bakalım ne yapacaksın!”
“Elbette… İki sente gösteririm.”
Yabancı çocuk, cebinden iki tane kocaman bakır para çıkarıp alaylı bir tavırla Tom’a fırlattı. Tom, paraları yere vurdu. Bir saniye sonra iki çocuk yerde kirli toprağın üstünde kediler gibi yuvarlanmaya başlamıştı.
Bir dakika içinde de birbirlerinin saçlarını çekmişler, elbiselerini yırtmışlar, burunlarını tırmalamışlardı. Biraz sonra şaşkınlık devresine geldi sıra. Dövüşün yarattığı toz duman arasında Tom, yabancının yanına çöküp onu yumruklamaya koyuldu.
“Tövbe, de!”
Çocuk, yalnız kendini kurtarmaya çalıştı. Sırf öfkesinden ağlıyordu.
“Tövbe de…” Yumruklar devam ediyordu.
Nihayet yabancı çocuk boğulacak hâle geldi, nefes nefese, “Tövbe!” dedi.
“Eh, artık bu sana iyi bir ders olmuştur. Bir dahaki sefere birine çatmadan önce kim olduğuna iyi bak da öyle davran!…”
Yabancı çocuk ayağa kalkmış, üstünü başını silkerek yürüyordu; bir yandan da hem hıçkırıyor hem de burnunu çekiyordu. Arada sırada da arkasına dönüp bir dahaki sefere, Tom’u eline geçirirse neler yapacağına dair tehditler savuruyordu. Tom ise çocukla eğleniyordu. Mağrur bir tavırla yola düzüldü. Fakat o arkasını döner dönmez yabancı çocuk yerden bir taş kapıp Tom’a fırlattı. Bereket ki taş Tom’un iki omzu arasından geçip gitti. Çocuk bunu görünce geyik gibi sıçrayarak var kuvvetiyle koşmaya başlamıştı. Tom, mızıkçı çocuğu evine kadar kovalayıp nerede oturduğunu öğrendi. Bahçe kapısında bir süre bekledi; düşmanının elbette gene dışarı çıkacağını düşünüyordu. Oysa onu gören çocuk, pencerenin önüne geçmiş, camdan dilini çıkarıyor, türlü maskaralıklar yapıyordu. Nihayet düşmanının annesi kapıya çıktı, Tom’a yaramaz, terbiyesiz bir çocuk olduğunu söyleyip derhal oradan uzaklaşmasını emretti.
Tom, o gece eve bir hayli geç gitmişti. Dikkatle pencereden içeri atlarken teyzesi yakaladı. Kadıncağız Tom’un üstünün başının ne hâle geldiğini görünce, yeğenini cumartesi günü izinsiz bırakmanın şart olduğuna bir kere daha karar verdi.
2
ŞANLI BADANACI
Cumartesi sabahı nihayet gelmişti. Bu yaz sabahında her şey taptaze, pırıl pırıl ve hayat doluydu. Her kalpte bir şarkı vardı, hele kalpler genç olunca müzik dudaklara kadar yükseliyordu. Her yüzde neşe, her adımda bir bahar havası seziliyordu. Ağaçlar çiçekleniyordu, tomurcukların kokusu havayı doldurmuştu. Kasabanın ötesinde yükselen Cardiff Tepesi sebzelerle yemyeşil olmuştu. Uzaktan rüyalı, huzur veren ve insanı zorla kendine çeken hoş bir ülke gibi duruyordu.
Tom, elinde içi kireç dolu bir kova ve uzun bir fırçayla kaldırımda belirdi. Parmaklığı şöyle bir gözden geçirince yüzündeki neşeli ifade birden kayboldu, içini derin bir keder kapladı. Parmaklığın eniyle boyunu şöyle bir tahmine kalkışınca hayatı, pek anlamsız buldu. Yaşamak yalnızca bir yükten ibaretti… Kederli kederli içini çekerek fırçayı kovaya daldırdı ve en üst parmaklıktan işe başladı; aynı hareketi tekrarladı; bir kere daha yaptı. Sonra badanalanmış kısımlarla fırça değmemiş olanların arasındaki farkı bulmaya çalışınca, cesareti kırılmış bir hâlde oradaki tahta sandığa çöktü. Jim, elinde teneke bir kovayla kapıdan çıkmış ‘Buffalo Kızlar’ şarkısını söyleyerek sıçraya sıçraya yürümeye başlamıştı.
Eskiden, kasaba tulumbasından su doldurup taşımak Tom’a pek ağır gelirdi; ama şimdi fikri değişmişti. Tulumbanın başında arkadaşlarının bulunduğunu hatırlamıştı. Beyaz, melez ve zenci çocuklar her zaman orada sıra bekler, dinlenir, oyuncak satar, kavga eder, oynarlardı. Sonra Tom, tulumba o kadar uzakta olmadığı hâlde Jim’in bir saat geçmeden geri dönmediğini de hatırladı, hem de illa birini onun peşine göndermek gerekiyordu.
Tom: “Hey Jim,” dedi, “ne olur sen de biraz badana yap, suyu ben doldurayım.”
Jim, başını salladıktan sonra cevap