İntibah. Namık Kemal
birtakım sitemlere başladı.
Ali Bey lakırtısının her cümlesi bittikçe gâh itizara gâh cevaba gâh niyaza hazırlanır idi. Fakat Mehpeyker gözlerini yerden ayırmadığından ne evzaıyle arz ettiği istizanları göstermeye muktedir olabilirdi ne de lakırtısını kesmeye cesaret ederdi.
Söz buralara varınca Mehpeyker bir-iki dakika gene gönlüyle dövünür gibi mustaribane bir sükût hâlinde kaldıktan sonra birdenbire Ali Bey’in yüzüne gayet âşikane bir nigâh ederek ve hemen kucaklamaya kasdetmişçesine üzerine doğru bir temayül göstererek: “İşte söyledim. Gönlünüz oldu mu? İşte yüreğimi açtım, içinde ne varsa önünüze döküyorum. Bana kadınlığı, terbiyeyi unutturdunuz. Elvermedi mi? Bir daha mı söyleyeyim? İşte seviyorum. Ne yapayım? Gönlüme hükmüm geçmez ya! Kaderimden, haysiyetimden, vücudumdan, canımdan, dünyamdan, ahiretimden ziyade seviyorum.” diye dilnevazane bir muamele-i takatsuza âgaz eyledi. “Seviyorum” kelimesi ağzından her çıktıkça dudakları ismet kadar güzel, şehvet kadar lezzetli bir renk bağlardı.
Yetmez mi temaşa-yı cemal el de sunarsın
Ey âşık-ı mihnetzede buldukça bunarsın 37
Bu muamele-i dilfiribe karşı Ali Bey âdeta gaşyolmuş idi. Bir-iki dakika lakırtı söylemeye değil vücudunun bir kılını bile kımıldatmaya muktedir olamadı. İnsan için beyin kalbine girmek kabil olmalıdır ki o sırada birinci defa olarak hasıl ettiği hissiyat-i latifenin ne lezzetli şeyler olduğunu anlayabilsin.
Bey biraz kendini toplayınca şükrandan, meserretten, bahtiyarlıktan, saadetten açtığı bahisler o kadar âşıkane, o kadar şairane idi ve hususiyle simasının şekli ve azasının evzaıyle o kadar kuvvet bulmuştu ki kâffe-i tesiratiyle beraber kâğıt üzerine nakletmek ne eshab-i kalem için mümkündür ne de ressamlara müyesser olur.
Mehpeyker ise Bey’i tarz-i şehevanisinde ve fakat gayet şiddetli bir derecede sevdiğinden muhabbetinin bu derece hüsn-i kabul olunduğunu görünce tabii gönlüne istila eden inbisatın tesiratiyle sima ve lisanında hasıl olan taravet ve pürgûluğa rüsuh-i işvekâranesiyle bir revnak-i diğer vererek ve kendi açıldıkça Bey’i dahi açarak aralarında iki saat kadar bir sohbet-i can güzeran etti ki mecalis-i ruhaniyana layık olacak kadar latif idi.
Birbirine sarılmışça irtibat ile neşvement olan iki kalb-i sevdapezir mevkiin letafetine, baharın füyuzatına, seyrin eğlencesine, tenhalığın lezzetine, muhabbetin tesirat ve halatına dair her ne hissettiler ise birbirine teşrihatiyle beraber tebliğ eylediler.
Ali Bey’in infialatı yeni başlamış bir sevda-yı ismetkâranenin hayalat-i hailesinden ibaret olarak tasavvuratının dehşetini şairane nükteperverlik, safdilane serbestlik perdeleri altında saklamaya çalışırdı.
Mehpeyker’in hissiyatı ise hüsn-i kabul görmüş bir meyl-i şehevaninin ezvak-i sürurundan mürekkep olmakla gönlünün şetaretini câli bir hiffet-i masumane ve gelip gidici bir hacalet-i kâzibe ile setrederdi.
Mehpeyker, iki lakırtıda bir kere ömrün lezzetinden bundan sonra hissedar olacağına dair müferrih birtakım sözler söylerdi.
Ali Bey, o güne kadar Mehpeykersiz geçen ömrü için hazin hazin birtakım teessüfler eylerdi.
İkisi de gönlünce bir zaman geçirmek için aşk ve hevesten mürekkep bir nice tasavvurat ve müzakerat ile meşgul oldukları sırada Ali Bey, mülhemane bir tarz ile gayet ciddi bir yolda söze başlar da der ki:
“Tev’em yaratılmış iki gönül niçin birbirinden ayrı yaşamaya mecbur olsun? Sizde adi bir adamı değil padişahları bahtiyar edecek kadar hüsn-ü cemal var. Bendeniz de sizi bahtiyar edemez isem muhabbet ve mutavaat kuvvetiyle mahzun bırakmamaya olsun çalışırım. En ufak eğlenceleriniz dünyada en büyük zevkim olur. Bir valideciğim var, pek haluktur; elbette benim iptilamı görünce size benden ziyade hürmet eder. Emrederseniz hemen bugünden…”
Mükâleme bu dereceye varınca Mehpeyker bütün bütün tarzını tebdil ederek çehresindeki teravet-i ferah yerine karaltıya mail bir hafif renk-i meyusiyet peydah oldu. Ağzındaki nazlı nazlı tebessümler, etrafındaki fıkırdak fıkırdak şiveler arasına bir mekânet, bir durgunluk karıştı. Gözlerini mahzun mahzun Ali Bey’e dikerek:
“Biz daha bugünden işin ta nihayetini düşünmeye başladık. Sakın o ümit ile kendinizi yormayınız. Benim önümde bir felaket uçurumu vardır ki onu geçip de hiçbir erkekle birleşmem mümkün değildir. Bir daha ağzınızdan öyle bir söz işitirsem beni kıyamete kadar göremezsiniz.” diyerek kat-i kelam eyledi.
Mehpeyker’in bu sözleri şayet izdivaç teşebbüsüne kalkışır ise tahkikat-i mutade sırasında sevabık-i ahvali tabiatiyle meydana çıkacağından ve o hâlde Bey’e malik olmak değil ondan bütün bütün inkıta etmek lazım geleceğinden dolayı şeytanatkârane bir haltiyat olduğunu Ali Bey anlayabilmek şöyle dursun birdenbire uğradığı alam-i yeis ile zihnine gelen perişanlık cihetiyle hilaf-i memul göründüğü rû-yi redde bir sebep dahi tasavvur edemediği için maşukasını iğzap edebilmek korkusuna bile malik olmaksızın biihtiyarane ve fakat mütereddidane suale kalkışarak: “Demin gördüğüm lutuflar ne idi? Şimdi en haklı teklifime gösterdiğiniz mümanaat nedir? Sizi dünyada benden ayıracak nasıl felaket uçurumu imiş?” diyecek oldu. Mehpeyker derhâl mekânetini müstehziyane bir bezlegûluğa tahvil ile: “Zaptiyede istintak memuru olduğunuzu bileydim elbette sizden korkardım; ülfetinize bir türlü cesaret edemezdim.” yollu hafif gülerek eğlenmeye başladı.
Ali Bey ise zihni bin türlü tasavvurat-i mütezaddenin keşakeş-i ıstırabında bulunmak cihetiyle o kadar zekâsiyle beraber nükteyi layıkiyle fehmedemediğinden hayran hayran: “Bendeniz zaptiyede müstantik değilim, Babıâli’de kâtibim.” demek istedi.
Mehpeyker o hezelamiz tebessümlerini bir kat daha tezyit ederek: “Babıâli’de herkesin esrarını aramak âdet midir? Leyla’nın şakirtlerinden kibar nazlısı bir hanım ile görüştüm (Biçare kadıncağız ne mürüvvetli idi. Benim gibi kalın kafalı bir deli kıza uğraşa uğraşa dersler de okuturdu.), ondan işittim: Babıâli hulefası arasında duyduğu sırrı saklamak, bir de kimsenin sırrını sormamak âdaptan sayılır imiş. Acaba malumatım yanlış mıdır?” sözleri ile meramını izah eyledi.
Bey, Mehpeyker’in lakırtılarındaki imaları anlayınca bir taraftan kendi yaşında bir kadından ders-i edep hakaretine düştüğü için tarif olunmaz derecede bir mahcubiyet altında kaldığı gibi diğer bir taraftan dahi mahbubesinde o kadar zekâ, o kadar irfan gördüğünden dolayı şevk-i sevdavisinin dakika be dakika tezayüdüne mağlup olarak bütün bütün veleh getirdiğinden mübahase değil itizara dahi muktedir olmaksızın: “İrade sizin! Nasıl emrederseniz öyle olsun!” demekten ve o dört-beş kelimeyi ağzından döke döke tekrar etmekten başka bir şey söyleyemedi.
Mehpeyker ise çocuğu öyle bir meyusiyet hâlinde bırakmak dahi istemediği cihetle gene hiffet-i masumanesini ele alarak ve lisanını bütün bütün değiştirerek: “Niçin öyle mahzun durdunuz? Ben neyim ki irade benim olacak? Bir kadın, hususiyle aşka mağlup olan bir kadın bir erkeği nasıl kendine ram edebilir? Yalnız deminki teklifinizi tekrar etmeyiniz. Başka ne isterseniz emrinize tabiyim.” dedi ve gayet şehevanî ve sevdavî bir nazarla beyin yüzüne bakarak sözlerine bir de: “Her ne isterseniz…” ilave etti ki –son sözünü her kelimesi kâffe-i havasının tazyiki altından çıkar gibi– gayet ağır bir tarzda söylemekle müsamahakârlığı ne raddelere kadar götüreceğini Bey’e ifham etmek istedi. Fakat Bey’in o yollarda hiç tecrübesi olmadığı gibi kendilerini iğfal-i kulube müekkil bilmiş nice yüz bin insan kıyafetinde şeytanın hulasa-i tasniatı olan nikât-i sefahet fetanetle idrak olunur şeylerden olmadığından çocuk, Mehpeyker’in son lakırtılarını yalnız hatırşinaslıktan
37