Kayıp Dünya. Артур Конан Дойл
takip etmeyesin ki? Bence gayet uygun.”
Usta bir dansçı gibi parmaklarının üzerinde yürüyerek sinsi ve tehditkâr biçimde ilerlemeye devam etti.
Salon kapısına doğru kaçabilirdim ama bu çok yüz kızartıcı bir davranış olacaktı. Üstelik haklı bir öfke de içimde kabarmaya başlamıştı. Daha önce yerden göğe haksızdım belki ama bu adamın tehditleri beni haklı duruma sokuyordu artık.
“Benden uzak durmanızı ihtar ediyorum, efendim. Buna izin vermeyeceğim.”
“Bak sen şu işe!”
Siyah bıyık yukarı kalktı ve beyaz dişler sanki adam hırlamaya hazırlanıyormuş gibi ortaya çıktı.
“İzin vermeyeceksin demek, ha?”
“Aptallık etmeyin Profesör!” diye bağırdım. “Neyinize güveniyorsunuz ki? Tam doksan kiloyum, zımba gibiyim ve her cumartesi Londra’da İrlandalılar takımında orta alan oynuyorum. Ben sizin bildiğiniz adamlardan…”
Tam bu anda üzerime atılmıştı. Neyse ki kapıyı açmıştım, yoksa herhâlde kırıp içinden geçecektik. Birlikte bir Katerina burgusu yaparak oradan aşağı yuvarlandık. Her nasılsa yolumuzun üstündeki bir sandalyeyi de yakalayarak onunla birlikte caddeye fırlamıştık. Ağzım onun sakalıyla dolmuş, kollarımız kilitlenmiş, vücutlarımız birbirine dolanmış ve o Tanrı’nın cezası sandalyenin ayakları da bütün vücudumuzu sarmalamıştı. Dikkatli Austin, salonun kapısını açmıştı. Sırtüstü bir perende atarak evin önündeki merdivenlerden aşağı uçtuk. Sandalye yere vurunca kibrit çöpü gibi parçalandı, bizse ayrılarak su oluğunun içine yuvarlandık. Ayağa fırlayarak yumruklarını gösterirken bir yandan da astımlılar gibi ıslıklı nefes alıp veriyordu.
“Bu kadar yeter mi?” diye soludu.
“Seni Tanrı’nın belası zorba!”diye bağırdım kendimi toparlarken.
Adam kavga için iyice bilenmiş ve hazırdı; birbirimize tam girmek üzereydik ki şans eseri bu berbat durumdan kurtuldum. Elinde not defteriyle bir polis yanı başımızda belirmişti.
“Neler oluyor? Kendinizden utanmalısınız.” diye söylendi polis. Bu, Enmore Park’ta duyduğum en aklı başında laftı doğrusu.
“Eee?” dedi ısrarla bana dönerek. “Anlatın bakalım.”
“Bu adam bana saldırdı.” dedim.
Polis:
“Saldırdınız mı?” diye sordu.
Profesör hızlı hızlı soluyarak hiçbir şey söylemedi.
“Bu ilk defa olmuyor zaten.” dedi polis haşince ve başını sallayarak. “Geçen ay da aynı sebepten başınız belaya girmişti. Bu delikanlının gözünü morartmışsınız. Şikayetçi misiniz, bayım?”
Yumuşayarak:
“Hayır.” dedim. “Hayır, değilim.”
“Nedir bütün bu olup biten?” dedi polis.
“Benim suçum. Kendisini rahatsız ettim. Bana uyarıda da bulunmuştu üstelik.”
Polis not defterini kapatmıştı.
“Bir daha böyle işler çıkarmayın başınıza.” dedi. “Sizler de dağılın bakalım, haydi, haydi!” diye söylendi, hemencecik etrafımızda toplanan bir kasap çırağı, bir hizmetçi ve birkaç sokak serserisine.
Bu ufak sürüyü önüne katarak bastı gitti. Profesör bana bakıyordu ve gözlerinin ardında muzipçe bir ifade vardı.
“İçeri gel!” dedi. “Seninle daha işim bitmedi.”
Konuşmasında tekin olmayan bir hava vardı ama buna rağmen onu takip ederek eve girdim. Tahtadan oyulmuş heykele benzeyen erkek hizmetçi Austin, kapıyı arkamızdan kapattı.
4. BÖLÜM
“Dünyadaki En Büyük Olay”
Kapı henüz kapanmıştı ki Bayan Challenger yemek odasından ok gibi fırlayıverdi. Ufak tefek kadın, öfke içinde burnundan soluyordu. Buldok köpeğinin yoluna çıkan öfkeli bir tavuk gibi kocasının önünü kesti. Benim dışarı çıkışımı gördüğü belliydi ama henüz geri döndüğümü görmemişti.
“George, seni hayvan!” diye bir çığlık attı. “O nazik delikanlıyı yaraladın.”
Başparmağıyla arkaya doğru dönerek.
“İşte burada, arkada, hiçbir şeyi de yok.”dedi Profesör.
Haklı olarak kafası karışmıştı kadının.
“Özür dilerim, sizi görmemiştim.”
“Merak etmeyin efendim, her şey yolunda.”
“Yüzünüzü yaralamış sizin ama… Oh, George, zorbanın birisin sen! Bütün bir hafta boyunca rezalet, başka bir şey yok. Herkes seninle alay ediyor, eğleniyor. Benim bile sabrımı taşırdın. Yeter artık, anlıyor musun?”
“Kirli çarşaf!” diye kükredi Profesör.
“Bu işin gizli yanı kalmadı. Bütün caddenin, belki de bütün Londra’nın… Çık dışarı Austin, burada işin yok! Senin hakkında konuşmadıklarını mı zannediyorsun? Nerede kaldı senin şerefin? Sen ki şimdi büyük bir üniversitede, etrafında binlerce talebenin saygıyla döndüğü bir ordinaryüs profesör olmalıydın. Nerede kaldı senin şerefin, George?”
“Ya seninki, sevgilim?”
“Sabrımı fazla zorluyorsun. Bir kabadayı; adi, kavgacı bir kabadayı oldun sen.”
“Kendine gel, Jessie!”
“Hırlayan, gürleyen, kudurmuş bir zorba.”
“Bu kadarı da fazla. Kefaret vakti!” dedi Profesör.
Eğilip onu kucakladığı gibi salonun köşesindeki siyah mermerin yüksek kaidesine oturtunca şaşırıp kalmıştım. Kaide en az iki metre yükseklikteydi ve öylesine inceydi ki kadıncağız üzerinde zorlukla durabiliyordu. Hayatımda böyle gülünç bir şey görmemiştim; suratı öfkeyle buruşmuştu, ayakları sallanıyordu ve vücudu düşme korkusuyla katılaşmıştı.
“İndir beni.” diye inledi.
“Lütfen.” de.
“George, seni gidi zorba seni. Hemen indir beni diyorum aşağıya!”
“Bay Malone, çalışma odama gelin.”
“İyi ama efendim…” dedim kadıncağıza bakarak.
“Bak, Bay Malone senin için ricada bulunuyor Jessie. ‘Lütfen’ dersen aşağı inersin.”
“Zorba herif seni! Lütfen! Lütfen!”
“Kendine hâkim olmalısın, tatlım. Bay Malone, basından sonra yarınki paçavrasında seni yazıp komşu civarda bir düzine fazla satar bak. Yüksek hayat üzerine ilginç bir hikâye… O kaide üzerinde kendini bayağı yüksek hissettin, değil mi? Sonra da bir alt başlık: ‘Tuhaf bir ev idaresi…’ Ne de olsa Bay Malone da bir leş yiyicisi, tıpkı benzerleri gibi… Porcus ex grege diaboli… Şeytanın sürüsünden bir domuz. Öyle değil mi Malone, ha?”
“Gerçekten de çekilir gibi değilsiniz ama.” dedim kızgınlıkla.
Homurtuyla bir kahkaha attı.
“Şimdi bir koalisyon yapacağız!”diye gürledi karısının yanından dönüp bana bakarak ve kocaman göğsünü şişirerek.
Hemen arkasından da sesinin tonunu birdenbire değiştirip,
“Bu uçarı aile şakasını mazur görün Bay Malone.”