Hayatın Mucizeleri-Ormanın Üzerindeki Yıldız-Zıt İkizler. Стефан Цвейг
rağmen, buna daha çok zaman var zira çok garip ve inatçı. Kim bu Yahudi halkını anlayabiliyor ki çok tuhaf insanlar, ihtiyar adam bana göre iyiydi, bu kız da yaklaşılması zor olsa da kötü birisi değil. Ve şimdi sizin konunuza gelirsek benim de hoşuma gitti çünkü bence de dürüst bir Hristiyan ruh temizliği için ne yapsa yetmez ve her zahmeti zamanı gelince mükâfatlandırılacaktır… Size açık açık söylüyorum, bu çocuğun üzerinde fazla gücüm yok çünkü birisine o kocaman siyah gözleriyle baktığında, onu üzecek bir şey yapmaya kimsenin cesareti olmuyor. Ama siz de göreceksiniz zaten. Onu çağıracağım.”
Gösterişli bir tavırla ayağa kalktı, kendisine bir bardak daha doldurdu, ayakta bir dikişte içti, sonra meyhanenin içinde ayaklarını yere kuvvetle basa basa yürüyerek o sırada yine içeri yeni gelen ve kısa, beyaz kilden yapılma pipolarından yoğun dumanlar yükselen tayfaların yanına gitti. Ellerini samimiyetle sıktı, bardaklarını doldurdu, kaba şakalar yaptı. Sonra amacını hatırladı ve ressam onun yavaş ve güçlü adımlarla merdivenleri çıktığını duydu.
Ressam kendisini garip hissediyordu. Kendisine armağan edilen bu mutlu tesadüfe duyduğu güveni meyhanenin yavaş yavaş kararan ışığında matlaşmaya başlamıştı. Hafızasındaki parlak resmin üzerini caddelerin tozu ve yoğun bir duman örtüyordu.
Ve tekrar tekrar günaha girmekten duyduğu o büyük korku; her yerde dünyevi kadınlar görüntüsünde artan bu kötü ve canavarca insani duyguların kendi dindar rüyalarının üzerine çıkacağı korkusu… Kendisine yol gösteren gizemli ve belirgin mucize işaretlerini hangi ellerden alacağını düşünerek ürperdi.
Meyhaneci geri geldi ve onun ağır, geniş ve siyah gölgesinde kararsız, gürültüden ve dumandan korkmuş gibi eşikte kalakalmış ve narin elleriyle yardım ister gibi kapının pervazına tutunmuş bir kızın görüntüsü vardı. Meyhanecinin kabaca içeriye girmesini söylemesi kızın gölgesinin daha ziyade merdivenin karanlığına geri çekilmesine sebep oldu ama o sırada ressam ayağa kalkmış ve ona doğru gitmişti. Yaşlı, büyük ama yine de yumuşak iki eliyle kızın ellerini tuttu, gözlerinin tam içine bakarak yavaşça ve içten bir tonla kıza sordu: “Birkaç dakika benim yanıma oturmak istemez misin?”
Kız hayretle ona baktı, en çok da bu meyhanenin duman altındaki karanlığında ilk defa böyle yumuşak ve sevgi gösteren bir ses tonuyla karşılaştığı için şaşırmıştı. Onun ellerindeki yumuşaklığı fark ettiğinde, gözlerindeki şefkatli iyiliği görünce haftalardır ve yıllardır sevgiye aç kalmış ve günün birinde onu bulduğunda şaşıran bir ruh gibi tatlı bir ürperti ve korku hissetti. Adamın kar gibi yumuşak başına baktığında, iç gözüyle ölmüş büyükbabasının resmini görür gibi oldu, kalbindeki unutulmuş çanlar yine çalmaya başladı ve bütün damarlarından geçerek boğazına kadar öyle yüksek sesle ve coşkuyla çaldılar ki, cevap olarak vereceği bir kelime bulamadı. Yüzü kızardı ve evet anlamında başını sallayabildi sadece, sanki kızmış gibi sertti bu ani hareketi. Korkarak ve beklenti içinde adamı yerine kadar takip etti ve masaya dokunmadan onun yanına oturdu.
Ressam konuşmadan şefkatle ona doğru eğildi. Yaşlı adamın keskin bakışları bu çocuğun içinde çok erken başlayan yalnızlığın trajedisini ve gururlu bir yabancılığın mücadelesini gördü. Onu kendisine çekip alnına kutsayıcı, sakinleştirici bir öpücük kondurmayı çok isterdi ama onu korkutmaktan ve gülerek birbirlerine bu grubu gösteren diğerlerinin bakışlarından çekindi. Dudaklarından tek kelime çıkmayan bu çocuğu anlamıştı ve içinde sıcak ve çağlayan bir sel gibi yakıcı bir merhamet oluştu zira böyle sert, öfkeli ve tehditkâr bir inadın acısını biliyordu çünkü bu sevgiydi, sevginin büyük ve anlaşılamaz yoğunluğuydu, kendisini armağan etmek isteyen ve reddedilmiş hisseden bir sevgi. Usulca sordu: “Senin adın ne çocuk?”
Kız ona güvenle ama şaşkın baktı. Henüz onun için her şey çok tuhaf, çok yabancıydı. Hafifçe ve biraz da arkasını dönerek “Esther”6 derken sesinde utangaç bir titreme vardı.
Ama yaşlı adam kızın ona güvendiğini ancak bunu göstermeye henüz cesaret edemediğini hissetti. Ve usulca konuşmaya başladı:
“Ben ressamım Esther ve senin resmini yapmak istiyorum. Sana kötü bir şey olmayacak ve benim yanımda bazı güzel şeyler göreceksin ve belki bazen ikimiz iyi arkadaşlar gibi sohbet de ederiz. Her gün bir ya da iki saat sürecek, sen ne kadar istersen. Bana gelmek ister misin Esther?”
Kızın yüzü daha çok kızardı ve ne cevap vereceğini bilemedi. Sanki önünde zor bilmeceler vardı ve çözüm yollarını bulamıyordu. Sonunda huzursuz ve soran bakışlarla yanlarında durmuş merak içindeki meyhaneciye baktı.
“Baban izin veriyor hatta memnun oldu.” diye ekledi ressam aceleyle. “Sadece sen karar vereceksin çünkü seni zorlamak istemem, bunu yapamam da. İster misin Esther?”
Büyük, güneş yanığı çiftçi elini davetkâr bir şekilde uzattı. Kız bir an tereddüt etti, sonra küçük beyaz elini çekinerek ve hiç konuşmadan kabul edercesine adamın avucuna koydu, o da bir saniye kadar bir av yakalamış gibi o eli avucunda tuttu. Sonra dostça bakışlarla bıraktı. Meyhaneci bu kadar çabuk anlaşmaya varılan pazarlığa çok şaşırdı ve bu tuhaf olayı göstermek için yan masalardan birkaç denizciyi çağırdı. Ama kız herkesin dikkatini çektiği için utanç hissederek birden ayağa fırlayıp şimşek gibi kapıdan dışarıya fırladı. Herkes şaşkınlık içinde arkasından baktı.
“Vay canına!” dedi meyhaneci şaşkınlıkla. “Harika bir şey yaptınız. Bu ürkek şeyin kabul edeceğini hiç zannetmemiştim.”
Sonra söylediklerini pekiştirmek ister gibi bir bardak daha yuvarladı. Kendisiyle yavaş yavaş samimi olmaya başlayan bu topluluktan rahatsız olan ressam masaya parasını attı, meyhaneciyle ayrıntıları konuştu, teşekkür ederek elini sıktı ama dumanından ve gürültüsünden sıkıldığı, içindeki içen ve bağıranlardan tiksindiği bu meyhaneden bir an önce çıkmak için acele etti.
Caddeye çıktığında güneş çoktan batmış, gökyüzünü saran sadece donuk pembe bir alaca karanlık kalmıştı. Akşam yumuşak ve temizdi. Yavaş adımlarla evine doğru giderken yaşadığı bu rüya gibi garip ve güzel olayları düşündü yaşlı adam. Mutluluktan titremeye başlayan kalbi Tanrı korkusuyla dolmuştu, sanki bir kilise kulesinden ilk çan sesi insanları ibadete çağırmış, sonra da çevredeki bütün kuleler çan sesleriyle mutlu ve endişeli ve acılı insanlar gibi berrak ve derin, boğuk ve neşeli, çınlayan ve homurdanan seslerle ona katılmıştı.
Bir ömür boyu doğru yolun karanlığında düzgün yürüdükten sonra geç de olsa Tanrı’nın mucizesinin ışığının yanması ona inanılmaz geliyordu ama daha fazla endişelenmeye cesaret edemedi; hep hayalini kurduğu bu lütfun ışığını, karanlık caddelerden evine giderken ilahi bir uyanış ve mucizevi bir rüya gibi taşıdı…
Günler geçmiş, ressamın şövalesi üzerindeki tuvale henüz dokunulmamıştı. Ancak ellerini bağlayan artık korku değildi, aksine günleri hesaplamayan ve saymayan, hiç acele etmeyen, ilahi bir sessizlikte ve zapt edilen bir güç ile şüphe duymayan ve içten gelen bir kendine güvendi. Esther gelmişti, gerçi ürkek ve şaşkındı ama bu basit ve ürkek insanın ruhundan geliyor gibi olan baba şefkatinin sıcak ışığında kısa zamanda daha özverili, yumuşak ve samimi olmuştu. Günlerini yıllardan sonra karşılaşan ama aynı zamanda birbirlerini yeniden tanımak, eski samimi konuşmalarını yeniden ve içten duygularla hatırlamak ve eski zamanların değerini tekrarlamak isteyen arkadaşlar gibi sohbet ederek geçirdiler. Ve kısa bir süre sonra birbirlerine o kadar uzak ama aynı zamanda hislerinin sadeliği ve masumiyeti bakımından benzeyen bu iki insanı gizli bir ihtiyaç birbirine bağladı: Birisi
6
Esther Perslerin lisanında “yıldız”, İbranicede ise gizli, gizemli anlamındaki “astar”dan gelmektedir. (ç.n.)