On Beş Yaşında Bir Kaptan. Жюль Верн
rüzgârı nihayet yatışmıştı ve Kaptan Hull bu değişikliğin geminin rüzgâr yönünde düzgünce ilerlemesini sağlayacağını ümit ediyordu. Pilgrim’in Auckland’dan ayrılmasının üzerinden on dokuz gün geçmişti ve yerinde bir rüzgâr kaybedilen zamanı temin etmeye yeterdi. Fakat rüzgârın beklenen düzeye gelmesi için birkaç gün daha geçmesi gerekiyordu.
Pasifik’in bu bölgesinin her zaman ıssız olduğunu daha önce de söylemiştik. Amerikan veya Avustralyalı buharlı gemilerin alışılagelmiş rotasından uzaktı burası. Yine de istisnai durumların Pilgrim gibi bazı balina gemilerini bu noktalara sürüklemesi ihtimal dâhilindeydi. Fakat bu enlemde bunlara rastlamak pek mümkün değildi.
Ancak bu durum sadece akılsız ve budala biri için ilginçlikten uzak olabilirdi. Okyanusun şiirselliği her an her yerdeydi… Bir deniz bitkisi veya yosun kümesini suların üstünde süzülürken görmek mümkündü. Veya ne olduğu bilinmeyen bir direk görülebilirdi. Bu şeylerin her biri hayal gücünde sonsuz karşılık bulabilirdi. Düşen veya buharlaşan her bir su damlası, denizden gökyüzüne yahut gökyüzünden denize kendine ait özel bir sırrı ifşa edebilirdi. Ne mutludur göklerin ve denizlerin gizemlerini takdir edebilenler!..
Suların üstünde olduğu gibi altında da hayvanlar hayatın bir parçasıydı. Geminin yolcuları kutup kışından kaçıp kuzeye uçan kuşları seyretmekten fazlasıyla keyif alıyorlardı. Bu kuşlar küçük balıkları yakalamak için bazen denize doğru alçalırdı ki bu da seyretmeye değer bir görüntüydü. Bayan Weldon’ın kendisine verdiği atış eğitimi sayesinde Dick Sands bazen bir tabanca ile bazen de tüfekle birkaç tüylü hayvan avlamayı ihmal etmezdi.
Beyaz deniz kuşları zaman zaman yelkenlinin yakınında toplaşırdı. Bazen de kanatlarında kahverengi çizgiler olan başka deniz kuşları görülürdü. Penguenler ise paytak yürüyüşleriyle kıyıda ilginç bir görüntü oluştururdu. Kaptan Hull’un dediği üzere bu hayvanlar bodur kanatlarını palet gibi kullandıkları zaman bazı denizciler onları balık sanırdı.
Kanatlarını açtığında üç metreyi bulan devasa cüsseleriyle albatros kuşları denize doğru alçalıp gagalarını suya sokarak yiyecek ararlardı bazen de. İşte böyle hadiselere sık sık rastlamak mümkündü ki ancak doğanın mucizelerine kayıtsız kalan kalın kafalı biri böyle bir deniz yolculuğunu sıkıcı bulabilirdi.
Rüzgâr yönünü değiştirdiği gün Bayan Weldon geminin güvertesinde ileri geri yürüyordu ki ilginç bir olay dikkatini çekti. Uzaklarda bir yerde denizin kana bulaşmışçasına kırmızı olduğunu gördü. Bu sırada Jack ve Dick arkasında duruyordu ve “Bak Dick, şuna bir bak… Deniz kıpkırmızı. Denizi böylesine tuhaf bir renge büründüren yosun mu acaba?” dedi.
“Hayır, bu bir deniz yosunu değil. Bu, denizcilerin balina yemi dediği şey. Çok sayıda kabuklu deniz hayvanının oluşturduğu bir şey.” dedi Dick.
“Kabuklu deniz hayvanları olabilir. Ama o kadar küçükler ki sanki böcek gibiler…” dedi Bayan Weldon ve yüksek sesle “Benedict, Benedict! Buraya gel! Senin ilgini çekecek bir şey var burada!” diye seslendi; amatör böcek bilimci kamarasından çıktı. Kaptan Hull da onun arkasından geliyordu.
“Aaa, görüyorum.” dedi kaptan. “Balina yemi… En ilginç kabuklular üzerinde çalışmak için fırsat ayağınıza kadar geldi Bay Benedict.”
“Saçmalık!” dedi Benedict aşağılayıcı bir ses tonuyla. “Tamamen saçmalık!..”
“Neden, ne demek istiyorsunuz?” dedi kaptan sertçe. “Bir böcek bilimci olarak bunların artikulatların altı alt sınıfından biri olan kabuklular olduğu noktasındaki kanaatime itiraz etmezsiniz herhâlde.”
Benedict’in küçümsemesi dudak bükmesiyle bir kez daha tescillendi: “Bir böcek bilimci olarak ilgi alanıma sadece altı bacaklıların girdiğinin farkında değil misiniz beyefendi?”
Gülümsemekten kendini alıkoyamayan kaptan şu cevabı verdi: “Zevklerinizin bir balinanınkiyle aynı istikamette olmadığını görüyorum beyefendi.” Bayan Weldon’a dönerek devam etti: “Balinacılara soracak olursanız hanımefendi, bu görüntü bir şey söyler. Bu, vakit kaybetmeden zıpkınlarımızın ne durumda olduğunu incelemeye başlayacağımızın bir işareti.”
Jack buna şaşırdığını açığa vurarak “Yani balina gibi devasa yaratıkların böylesine küçük şeyleri yiyerek mi beslendiğini söylüyorsunuz?” dedi.
“Evet yavrum, sana irmik veya pirinç ne kadar lezzetli geliyorsa bunlar da onlara o kadar lezzetli geliyor diyebilirim. Bir balina bunların bulunduğu yere geldiğinde ağzını açmak dışında bir şey yapmasına gerek kalmıyor. Bunlardan yüz binlercesi bir dakika gibi bir sürede ağzına doluyor.” diye cevap verdi kaptan.
“İşte böyle Jack.” dedi Dick. “Balina, karidesleri ayıklama zahmetine girmeden yiyebiliyor.”
“Ağzını kapattığı anda da zıpkının güzel tadına bakıveriyor.” diye ekledi kaptan. Sözlerini henüz bitirmişti ki denizcilerden biri bağırıverdi:
“Sol tarafta balina var!”
“İşte balina…” diye tekrar etti kaptan. O sırada bütün mesleki içgüdüleri harekete geçmişti ve geminin başına doğru bir telaş koştu. Geminin meraklı yolcuları da onun peşinden gitti.
Kuzen Benedict bile -kendisine rağmen- herkesin gösterdiği bu ilgiye dâhil olmuştu.
Rüzgâr yönünde altı kilometre kadar ileride olağan dışı bir hareketlilik vardı; tecrübeli gözler bunun bir balinaya işaret ettiğini anlardı. Buna şüphe yoktu. Lakin aradaki mesafe, bu canlının memeli hayvanların hangi türüne ait olduğunu kestirmeyi imkânsızlaştırıyordu.
Balinaların yaygınlıkla bilinen üç türü vardır. Bunlardan ilki buzul balinası, genellikle kuzeyde bulunur. Bu hayvanın boyu ortalama on sekiz metre olsa da yirmi dört metre olanlarına da rastlanılmıştır. Sırtında yüzgeç bulunmaz ve derisinin altında kalın bir yağ tabakası bulunur. Bu canlıların sadece bir tanesinin yüzlerce varillik yağı vardır.
İkinci tür ise balaenopteraların tipik bir temsilcisi olan kambur balinadır. Bu hayvanların kanadı andıran ve açıldığında vücudunun genişliğine ulaşan iki farklı sırt yüzgeci vardır. Bu yüzgeçler uçan balığınkilere benzer ve bu balinalara çok nadir rastlanır.
Son olarak oluklu balina olarak da bilinen Jubarteler… Arka yüzgeci bulunan bu türün boyu devasa buzul balinasına yaklaşamaz bile.
Bulundukları mesafeden gördüklerinin hangi türe ait olduğunu tam olarak kestiremeseler de genel kanaat bu hayvanın bir Jubarte olduğu yönünde idi.
Kaptan Hull ve tayfası herkesin dikkatini çeken bu canlıya istekle bakıyordu. Balina avcıları, bir saatçinin, karşısına çıkan her saatin mekanizmasını karşı koyulmaz bir tutkuyla incelemesi gibi bir duyguyla yollarına çıkan her balinaya saplamak isterler zıpkınlarını. Hayvan ne kadar büyükse heyecan da o kadar büyük olur. Hiçbir fil avcısı balinacının avının peşindeyken duyduğu hazzın lezzetine varamaz.
Ufukta görünen balina, tayfa için beklenmedik fırsatlar demekti ve bereketsiz geçen av mevsimini telafi edecek bir imkân yakalamış olmak onları fazlasıyla heyecanlandırıyordu.
Balina hâlâ uzakta olsa da kaptan, tecrübeli gözleriyle gördüğü canlının ne olduğunu anladı. Dikkatini çeken çok sayıda şeyden biri, hayvanın hava deliklerinden buharla birlikte su fışkırmasıydı:
“Bu bir buzul balığı değil. Eğer öyle olsaydı fışkıran su daha az olurdu ve daha yükseğe çıkardı. Kambur balina olsaydı çığlığını duyardık. Dick, sen ne düşünüyorsun?”
Dick, fışkıran