Sherlock Holmes Kızıl Soruşturma Bütün Maceraları 1. Артур Конан Дойл
güneşlenmeye başlamıştım ki Hintlilerin lanet hastalığı tifoya yakalandım. Aylarca hayatımdan ümitlerini kesmişlerdi. Nihayet hastalığı atlatıp iyileşme dönemine girdiğimde o kadar zayıflamış ve güçsüzleşmiştim ki doktor heyeti, bir gün dahi kaybetmeden beni İngiltere’ye geri gönderme kararını verdi. Bunun üzerine Orontes adlı askerî gemiye bindirildim ve bir ay sonra Portsmouth Limanı’na ulaştım. Sağlığım iyice kötüleşmişti ve devlet bana iyileşmem için dokuz ay izin vermişti.
İngiltere’de ne dostum ne de akrabam vardı. Bu yüzden bir kuş kadar özgürdüm -ya da günlük kazancı altı şilin ve altı sent olan biri kadar. Doğal olarak bu şartlarda Londra, tüm sarhoşları ve serserileri bir lağım çukuruna çeken yer çekimiyle beni de içine aldı. Burada, Strand’teki bir otelde rahatsız ve anlamsız bir varlık olarak yaşamaya başladım. Özgürce yaşayıp tüm paramı tükettim. Maddi durumum tehlike çanlarını çalmaya başlayınca bu büyük şehri terk edip kırsal bir bölgede yaşamak ya da hayat tarzımı bütünüyle değiştirmek zorunda olduğumu anladım. İkinci alternatifi seçerek otelden ayrılmaya, daha sade ve ucuz bir yerde kalmaya karar verdim.
Bu kararı aldığım gün Criterion Barda oturuyordum. Biri, aniden omzuma dokundu, dönüp baktığımda onun Stamford olduğunu gördüm. Barts’da birlikte çalışmıştık. Yalnız bir adam için Londra’nın kalabalığında tanıdık bir yüz görmek hoş bir sürprizdir. Eski günlerde Stamford pek yakın dostum değildi ama şimdi ona büyük bir içtenlikle sarıldım. O da beni gördüğüne memnun olmuştu. Duyduğum sevinçten gelen coşkuyla ona Holborn’da öğle yemeği yemeyi teklif ettim ve faytona binerek oradan uzaklaştık.
Kalabalık Londra sokaklarında ilerlerken gizlemediği bir merakla sordu: “Neler yapıyorsun Watson? Zayıflayıp çöpe dönmüşsün ve kapkara olmuşsun.”
Ona yaşadıklarımı kısaca anlatmaya başladım. Gideceğimiz yere kadar ancak bitirebildim.
“Zavallım!” dedi, talihsizliklerimi dinledikten sonra üzülerek. “Eh, şimdi neler yapıyorsun peki?”
“Kalacak yer arıyorum.” diye cevap verdim. “Hem rahat hem de uygun fiyata bir yer bulabilir miyim diye düşünüyorum.”
“Ne kadar tuhaf!” dedi arkadaşım. “Bugün bana aynı şeyi söyleyen ikinci arkadaşım sensin.”
“Peki, ilki kimdi?” diye sordum.
“Hastanede kimya laboratuvarında çalışan bir adam. Bu sabah fiyatı kendisine fazla gelen iyi bir daireyi paylaşacak ve kiranın yarısını üstlenecek bir ev arkadaşı bulamadığından yakınıyordu.”
“Aman Tanrı’m!” dedim. “Gerçekten daireyi ve ücreti paylaşmak istiyorsa ben onun aradığı adamım. Zaten bir arkadaşı yalnızlığa tercih ederim.”
Genç Stamford bana bardağın üstünden tuhaf bir şekilde baktı. “Ama sen henüz Sherlock Holmes’u tanımıyorsun. Belki onu, sürekli bir ev arkadaşı olarak istemeyebilirsin.”
“Neden? Nesi var?”
“Herhangi bir sorunu olduğundan değil. Fikirleri biraz değişik, bilimin bazı dallarına fazla meraklı ama tanıdığım kadarıyla çok düzgün bir insan.”
“Yoksa tıp öğrencisi mi?” diye sordum.
“Hayır. Aslında niyetinin ne olduğu konusunda hiçbir fikrim yok. Sanıyorum anatomi ile ilgileniyor ve birinci sınıf bir kimyager ama bildiğim kadarıyla hiç tıp dersi almadı. Çalışmaları çok düzensiz ve garip; fakat profesörleri dahi şaşırtacak derecede bilgi birikimi var.”
“Ona niyetini hiç sormadın mı?” diye sordum.
“Hayır, ondan laf almak pek kolay değildir ama birini sevdi mi oldukça konuşkan olabiliyor.”
“Onunla tanışmayı isterdim. Eğer biriyle beraber yaşayacaksam çalışkan ve sessiz olmasını tercih ederim. Gürültüyü ya da heyecanı kaldıracak kadar iyileşmedim. Hayatımın sonuna kadar bana yetebilecek kadarını Afganistan’da yaşadım zaten. Bu arkadaşınla nasıl tanışabilirim?”
“Büyük bir olasılıkla onu laboratuvarda bulabiliriz.” diye cevap verdi arkadaşım. “Ya haftalarca oraya uğramaz ya da sabahtan akşama kadar orada çalışır. İstersen yemekten sonra oraya gidebiliriz.”
“Memnun olurum.” diye cevap verdikten sonra başka konulardan söz etmeye başladık.
Holborn’dan ayrıldıktan sonra hastaneye giderken Stamford bana, ev arkadaşım olacak beyefendi hakkında birkaç şey daha söyledi.
“Onunla anlaşamazsanız sakın beni suçlama!” dedi. “Laboratuvardaki karşılaşmalarımızın dışında onu pek tanıdığımı söyleyemem. Bu görüşmeyi sen istedin. Bu nedenle beni sorumlu tutmamalısın.”
“Eğer anlaşamazsak ayrılırız.” diye cevap verdim.
“Bana öyle geliyor ki Stamford…” diye ekledim, gözlerinin içine dik dik bakarak. “Sanki senin sorumluluk almayı istememek için nedenlerin var. Yoksa korkunç derecede sinirli midir? Nedir? Bu konuda samimiyetsiz olma.”
“Anlatılmazı anlatmak zordur.” diyerek güldü. “Holmes bana göre biraz fazla meraklı, hatta biraz ürkütücü olabiliyor. Onu, bir arkadaşına sebzeden yapılmış morfini enjekte ederken düşünüyorum da… Yanlış anlama. Bunu kötü niyetinden yapmaz. Sadece merakından, vereceği tepkileri görmek ve fikir edinebilmek için yapar. Adil olmak gerekirse aynı şeyi kendisine bile istekle yapacağından hiç kuşkum yok. Kesin ve mutlak bilgiye karşı müthiş bir tutkusu var.”
“Doğrusu da bu.”
“Evet ama bazen abartabiliyor. Örneğin anatomi odasındaki kadavraları bir sopayla dövebiliyorsa işte bu bence biraz fazla tuhaf.”
“Kadavraları mı dövmüş!”
“Evet. Öldükten sonra ne kadar yaranın oluşacağını anlamak için. Kendi gözlerimle gördüm.”
“Ve onun bir tıp öğrencisi olmadığını mı söylemek istiyorsun bana?”
“Hayır, değil. Neyin üzerinde çalıştığını ancak Tanrı bilir. Neyse, geldik artık Bundan sonra ilk izlenimlerini kendin şekillendirebilirsin.”
O konuşurken dar bir yola saptık. Kocaman hastanenin bir kanadına açılan küçük bir kapıdan girdik. Buralar benim için bilindik yerlerdi. Kasvetli taş merdivenleri çıkarken ve beyaz badanalı duvarlar arasında ilerleyip kül rengi kapılardan geçerken bana yol gösterecek birine ihtiyacım yoktu. Koridorun sonunda kimya laboratuvarına açılan alçak girişli bir kapı bulunuyordu.
Her tarafı bir sürü şişeyle dolu yüksek tavanlı bir odaya girdik. Etrafta bulunan geniş ve alçak masaların üzerinde imbikler, deney tüpleri ve yanan mavi renkli aleviyle Bunsen gaz lambaları vardı. Odada, masaya eğilerek işine yoğunlaşmış sadece bir öğrenci vardı. Ayak seslerimizi duyunca etrafına bakındı ve bizi görünce sevinçle ayağa kalktı. “Buldum, buldum!” diye bağırdı arkadaşıma, elindeki deney tüpüyle bize doğru koşarak. “Hemoglobini tortusundan ayıracak bir belirteç buldum.” Bir altın madeni bulsaydı yüz ifadesi bundan daha fazla mutluluk göstermezdi.
Stamford “Dr. Watson, bu Bay Sherlock Holmes.” diyerek bizi tanıştırdı.
“Nasılsınız?” dedi büyük bir samimiyetle. Elimi o kadar sıktı ki çok şaşırdım. “Sanıyorum Afganistan’da bulunmuşsunuz.”
Çok şaşırarak “Bunu nereden biliyorsunuz?” diye sordum.
“Boş ver…” dedi kendi kendine gülümseyerek. “Şu anki mesele hemoglobindir. Ne kadar önemli bir keşifte bulunduğumun farkında mısınız?”
“Kuşkusuz