Ay Işığı Sokağı - Kadın ve Manzara - Leporella. Стефан Цвейг
diye bağırdı. “Ne konuştuğumu duymak istiyorsun. Seninle gelmektense kendimi denize atarım dedim.”
Meyhaneci kadın ve diğer kız yine ağızlarını yayarak aptalca gülüştüler. Onlar için alışkın oldukları bir eğlence, her gün tekrarlanan bir şaka gibiydi bu. Ama şimdi diğer kızın sahte bir sevecenlikle adama sokulduğunu ve tatlı sözlerle okşadığını, adamın bunlardan korkup titremesine rağmen karşı koyma cesaretini gösteremediğini görmekten sarsıldım ve adamın bu kargaşa esnasında korkulu, mahcup ve tedirgin bakışları benimkilerle karşılaşınca ürktüm. Şimdi birdenbire miskinliğinden kurtulup canlanmış ve gözleri elleri titreyecek kadar hainlik dolu parlayan yanımdaki kadından iğreniyordum da ayrıca. Masanın üzerine para attım ve gitmek istedim ama kadın parayı almadı.
“Seni sıkıyorsa atarım dışarı o köpeği. İtaat etmek zorunda. Bir bardak daha iç benimle, hadi!”
Bana tutkulu bir sevecenlikle yanaştı; diğer adama işkence etmek için rol yaptığını hemen anlamıştım. Kadın bu hareketlerinin her birisinde adama yan gözle hızlı bir bakış atıyordu ve kadınının her hareketinde adamın uzuvlarının kızgın demirle dağlanır gibi titrediğini görmek benim için çok can sıkıcıydı. Kadına dikkat etmeden gözlerimi sadece adama diktim ve içinin öfke, hiddet, kıskançlık ve şehvetle kabardığına ama kadın başını ona doğru çevirdiğinde hemen sindiğini görünce ürperdim.
Sonra kadın bana iyice sokuldu; bu oyundan aldığı hain bir zevkle titreyen bedenini hissettim, parlak yüzünden gelen kötü pudra kokusundan ve yıpranmış bedeninin buharından tiksindim. Onu yüzümden uzaklaştırmak için bir puro çıkarttım, bakışlarım daha masanın üzerinde bir kibrit ararken kadın adama bağırmıştı bile: “Buraya ateş getir!”
Ben adamdan daha fazla kadının bana hizmet ettirmek için yaptığı bu uygunsuz ve haince istekten korktum ve kendim ateş bulmak için harekete geçtim. Ama kadının sözlerinden kırbaç yemiş gibi olan adam yan yan attığı adımlarla sallanarak geldi ve çakmağını masaya dokunursa eli yanacakmış gibi hızla masanın üzerine bıraktı. Bir an için bakışlarımız karşılaştı: Gözlerinde büyük bir utanç ve müthiş bir mutsuzluk vardı. Ve bu köle bakışı içimdeki insana, kardeşe dokundu. Ben de kadının aşağılamasını hissediyor ve adamla birlikte utanıyordum.
“Size çok teşekkür ederim.” dedim Almanca. Kadın irkildi, “Zahmet etmenize gerek yoktu.” Sonra elimi uzattım. Bir duraksama, adam uzun bir süre duraksadı sonra avucumda nemli, kemikli parmaklar ve birdenbire kasılırcasına şükranla sıkıldığı duygusu. Adamın gözlerime bakan gözleri bir saniye kadar parladı, sonra yine gevşek göz kapaklarının ardına gizlendi. İnadımdan adamı yanımıza oturmaya davet etmeye hazırlanıyordum ancak davetkâr tavrım elimden belli olmuş olacak ki kadın adama hemen: “Git yine otur ve burayı rahatsız etme!” diye buyurdu.
O zaman kadının cırtlak sesinden ve yaptığı bu işkenceden midem bulandı. Bu boğucu batakhanede, bu itici fahişenin ve bu geri zekâlı adamın yanında, bu yoğun bira, sigara dumanı ve ucuz parfüm kokusu içinde ne işim vardı? Açık havaya çıkmak istiyordum. Kadına doğru para uzattım, ayağa kalktım ve kadın gülerek yanıma yaklaşırken hızla geriye çekildim.
Bir insanın alçaltılması için oynanan bu oyunda rol almak beni tiksindiriyordu ve kararlı davranarak kadının beni cinsel olarak ne kadar az tahrik ettiğini açıkça belli ettim. Kadının kanı öfkeyle kabardı, dudağının kenarında hain bir çizgi oluştu ama bir şey söylemekten kaçındı, hızla ve kinini gizlemeden adama döndü; adam ise kendini olabilecek en kötü şeye hazırlamış olarak kadının tehdidi yüzünden kovalanıyormuş gibi aceleyle elini cebine attı ve titreyen parmaklarıyla bir cüzdan çıkardı. Şimdi kadınla yalnız kalmaktan korkuyordu, bu çok belliydi ve acelesinden cüzdanındaki düğümleri çözemiyordu: köylülerin ve basit insanların kullandığı türden örülmüş ve boncuklarla süslenmiş bir cüzdandı bu. Ceplerinde şangırdayan paralarını bir el hareketiyle çıkarıp masanın üzerine atan denizcilerin aksine parasını çabucak harcamaya alışkın olmadığı hemen anlaşılıyordu; belli ki parasını dikkatle sayıp madenî paraları parmaklarıyla tartmaya alışıktı.
“Nasıl da sevgili tatlı kuruşları için titriyor! Çok yavaş mı oluyor? Bekle!” diye alay etti kadın ve bir adım yaklaştı. Adam korkup geriledi, kadın onun korktuğunu görünce omuzlarını kaldırarak ve bakışlarındaki tarif edilemez bir tiksintiyle: “Senden bir şey almam, parana tüküreyim.” dedi. “Kıymetli paracıklarının hepsi sayılı biliyorum, fazladan bir tanesi bile gün yüzüne çıkmamalı. Ama asıl… -kadın birdenbire parmağıyla adamın göğsüne dokundu- Kimse çalmasın diye içine diktiğin kâğıt paracıkların!” Ve gerçekten de bir kalp hastasının kriz geçirirken birden göğsünü tutması gibi, adamın titreyen solgun eli ceketinin belli yerindeki bir noktaya gitti, elleri gayriihtiyari gizli yuvayı yokladı ve sonra rahatlayarak düştü. “Cimri!” diye püskürdü kadın. O anda işkence çeken adamın yüzü birdenbire kızardı, cüzdanını bir hamleyle önce korkudan çığlık atan, sonra gülen ve koşarak kadının yanından geçerek bir yangından kaçıyormuş gibi kapıdan dışarıya fırlayan diğer kıza doğru attı.
Kadın bir an kapıldığı nefret ve öfkenin ateşiyle öylece dimdik durdu. Sonra göz kapakları yine düştü, yorgunluğu gergin bedenini gevşetti. Bir dakika içinde yaşlanmış ve bitkinleşmiş gibiydi. Şimdi bana dönen bakışlarını belirsizlik ve boşluk matlaştırmıştı. Utanacak bir şey yapmış duygusuyla sıkılarak ayılan bir sarhoş gibi öylece duruyordu. “Dışarıda parası için sızlanacak, belki de polise gidip bizim çaldığımızı söyleyecek. Ve sonra yarın yine gelecek. Ama bana sahip olamayacak. Herkes olabilir ama o değil!”
Tezgâha gitti, paraları fırlattı ve bir dikişte bir kadeh konyağı yuvarladı. Gözlerinde yine o kızgın ışık yanıp sönüyordu ama sanki öfke ve utanç dolu gözyaşlarından dolayı şimdi buğulanmış gibiydi. Kadına hissettiğim içimdeki tiksinti acıma duygumu yok etmişti! “İyi akşamlar.” dedim ve çıktım. “Bon soir” diye cevap verdi meyhaneci kadın. Kadın etrafına bakmadan tiz ve alaycı bir sesle kahkaha attı sadece.
Dışarıya çıktığımda sokak sadece geceden ve gökyüzünden oluşuyordu, boğucu ve karanlıktı, ayın ışığı çok uzaklardaydı. Ilık ama sağlam havayı hırsla içime çektim, içimdeki dehşetin yerini kaderlerin çeşitliliği karşısında duyduğum büyük şaşkınlık aldı ve tekrar -gözlerimi yaşartacak kadar beni mutlu eden bir duyguyu- her pencerenin arkasında bir kaderin beklediğini, her kapının bir maceraya açıldığını hissettim yine; bu dünyanın çeşitliliği her yerdeydi ve en pis köşelerde bile böceklerin parlayarak çürümeleri gibi önceden belirlenmiş olaylarla doluydu. O itici karşılaşma artık uzakta kalmış ve gerginliğim yerini yaşananları güzel bir rüyaya dönüştürmek isteyen tatlı bir yorgunluğa bırakmıştı. Bu birbirlerini kesen, karışık dar sokaklar arasından otelimin yolunu bulmak için gayriihtiyari gözlerimle çevreyi araştırdım. O sırada yanımda -duyurmadan yakınıma gelmiş olmalıydı- bir gölge belirdi.
“Affedersiniz -bu mütevazı sesi hemen tanımıştım- ama zannedersem buraları pek bilmiyorsunuz. İzin verirseniz size… Size yolu gösterebilir miyim? Beyefendi nerede kalıyor?..”
Otelimin adını söyledim.
“Size eşlik edeceğim… İzin verirseniz.” diye ekledi hemen yine mütevazı bir tavırla.
Beni yine dehşet sardı. Yanımda sürünürcesine, hayalet gibi, neredeyse hiç duyulmadan atılan ama hemen dibimdeki bu adımlarla, denizciler sokağının karanlığı ve yaşadıklarımın anısı yavaş yavaş değerlendiremediğim ve karşı koyamadığım karmakarışık bir rüyaya benzer bir duyguya dönüşüyordu.