Sıcak Taşlar. Анонимный автор
(Mizah Hikâyeleri), Tatul, Gelin, Basbayağı Adamlar-6 cilt, Köyde adlı romanları, Baberovlar, Bataktaki Kaya, Halkın Sesi adlı oyunları vb.
Eserlerinden 15’ten fazlası yabancı dillere çevrildi. 1961’de Bulgar Bilimler Akademisi üyeliğine seçildi. Gerçekçi bir yaklaşımla konuları işledi. Hep demokrasiyi savundu, halk kitlelerinin acılarını, sevinçlerini ve yaşam mücadelelerini geniş bir perspektifle anlattı.
HAYATA DOĞRU
Üç gündür iş aramıyorum. Yoruldum artık. Oturup düşünüyorum, çare bulamıyorum. Bilincimi ele geçirip beynimin bir duvarını delmeye çalışan bir şey var, ama onu önlemeye çalışıyorum. Aylak oturdukça garip düşüncelere dalıyorum. İrademin günden güne kırıldığını hissetmekteyim. Bunca gündür beni derinden ve korkunç bir şekilde ürküten şeytana en sonunda bir çıkış izni verip bir karar alıyorum: “Bu sefil hayattan, bu rezil dünyadan kurtulmak için intihar etmeliyim!” diye düşünüyorum. Böyle düşününce başka bir şey oluyor; az önce buna benzer belli belirsiz bir düşünceyle bir yaprak misali titrerken, şimdi keyfimce hâlâ elde bulundurduğum o şeyi kendi elimden almağa azılı bir katilin soğukkanlılığıyla karar veriyorum. Sonra birilerini heyecanlandırmak için bu gerekli midir? Hısım-akraba mı? Kimdir bunlar ve nerededirler? Zaten benzer düşüncelere kapılmam da gereksiz. Başkalarını düşünen, kendini de düşünür. Ben kendimi de unutmak için kimseyi düşünmeyeceğim. Tereddütsüz, kesin olarak izleyeceğim bir amacım var artık. Kendimizi asmak bedenimizin acılarını arttırmak demektir. Dilencilik yapamam, ama hırsızlığın alâsını yapabilirdim! Nesi var, mal-mülk sahipleri bunun önceden önlemini almışlar; her yerde tetikte duran polisler ve jandarmalar kendilerine atılan ekmek kırıntılarına karşın, insanı bir et parçası gibi dilimlemeye hazırdırlar.
Buruşuk bir sigara kutusunun düzgün kalan bölümünü kesip üstüne şunları yazdım:
“Açlık ve sefaletten bunalan şu kanlı yeryüzünde daha fazla yaşamak istemiyorum.”
Dışarı çıktım ve sokak boyunca yürüdüm. Lülin Dağı’nın yeşile bürünmüş etekleri güneşi yutuyordu. Pek yakında erguvan ve menekşe rengi karışığı son ışın, bir son nefes gibi kopup gidecek, benim son günüm de sönüp tükenecekti. Ancak, bu düşünceyle ölümün soğuk terleri vücudumu dondurdu. Demek ki son günüm! Kendi gözlerime ölüme bakıp onu selâmlamak, bize cömertçe verilen tek şey: tozlu havaya vücudunu son kez koyuvermenin saatını bilmek, gözlerini ebedi olarak yumacağın yeri kendin tayin etmek korkunç bir şey! Gençliğin sesini boğdum, ölümüm nasıl olur? diye düşünüyorum artık.
Ölüm ağır olacak, çünkü hayat verici hava akımını keseceğim küçük şal kalın ve kabadır. Ama benim için hepsi bir. Boynum zaten pek fazla incelmiştir. Ufak, şık bir sicim olsaydı büyük mutluluk duyardım. Hani bilseydim, imkânlarımın elverdiği sırada kuruş kuruş para biriktirir, çarşı pazardan bembeyaz, dümdüz bir sicim satın alırdım.
Yürümeye devam ediyorum, sallanır gibiyim, fakat açlık duymuyorum. En ufak düşüncelerden bol bol doğan o son izlenimlerimle meşgulüm. Yüksek inşası yeni tamamlanmış bir binaya bakıyorum: örümcekler gibi, bir takım kül rengi insan suretleri inip çıkıyor birkaç gün idare edecek kadar para kazanmak için. Tabi, onları kıskanmıyorum, fakat bu sarayın sahiplerince vücudumdan emilmiş ter damlasının özellikle hangi tuğlada soğumuş olduğunu kendi kedimde soruyorum; bir sürü öğretmen, papaz, gazeteci bunun böyle olduğunu, sonsuza dek, böyle sürüp gideceğini temin ediyorlar. Ben bir dilim ekmek, bir ekmek kabuğu bulamazken bunca ekmeğin neden fırında durduğuna şaşıp kalıyorum. Bunun bana bir lütuf olarak değil de kendi emeğimin karşılığı olarak verilmesi gerekirken?
Tıpkı bir gölge gibi yavaş ve hafif adımlarla yürürken kendi kendime soruyorum: Soğuk, vakitsiz bir mezara çıkan bu parke ve asfalt yollar benim neme gerek? Bunun yerine ben tozlu bir köy yolunda fabrika ya da tarlaya sevinçle koşmak isterdim. Orada geniş omuzlu, güleç gözlü neşeli arkadaşlar beni bekler durur. Şurada serin, konforlu bir restoranda şişman bir bayan köpeğine pişmiş bir et siparişi vermektedir. Heeey, ben size tükürüyorum, her şeyinize tükürüyorum, anlıyor musunuz?.. Gerçekten, sessiz, fakat derin bir öksürüğe tutuluyor, boğuluyor, yayalar kaldırımına tükürüyorum. Çantası sırtında bir genç adam dönüp bana bakıyor. Vereme yakalandığımı, doktora gittiğimi sanıyordur.
Otomobiller, motosikletler yanımdan vızıldayarak süratle geçip gidiyorlar. Trafik polisi yön gösteriyor. Hey, polis efendi, ben bir suç işleyeceğim. Seni alaya alıyorum, çünkü sen bunu bilmiyor, nahoş bir haberden toplumu kurtarıcı tedbir almıyorsun; işsiz güçsüz gezen adamın biri kendini asmış…keyif için. Yarın sen kurulu düzeni bozduğum için bana ceza yazacaksın. Tabi, cebimde para bulamayacaksın. Heeey! Pürüzsüz kınapla örülmüş küçücük bir sicim alacak kadar param olsaydı,ne kadar memnun olurdum!..
Köprüyü geçip çam korusuna doğru yöneliyorum. Akşam, ateşli gök musluklardan fışkırıp gürültülü şehre dalgalar halinde akıyor. Elektrik hattı bulvarın bitiminde, aşağılarda kayboluyor. Bugün iş günü, yukarı tarafta canlılık yok. Orman sakin. Belki de kötü mezarlarında barınak arayan, mutluluk ve hiçlikten sarhoş bir aşık çifti ürkütebilirim. Yavaş yavaş yukarı çıkıyorum, çünkü ayaklarımın gücü büsbütün kesildi. Dönüp bakıyorum. Şehir kıpır kıpır. Yola devam ederek hayatıma son vermek üzere sapacağım noktayı karanlıkta arıyorum. Yeter artık. Bir tesadüf olarak bana engel olabilecek herkesten epey uzaktayım. Hafifçe titremeye başlıyorum. Belki de bunlar, büyük yaşam susuzluğunun son çırpınışlarıdır. Hayata doyamadığım hâlde işi oluruna bıraktım artık. Başka çıkar yol bulamadığım için intihar edeceğim. Son defa dönüp şehre, hayatımı emen bu deve bakıyorum. Senin suratına tükürüyorum ey canavar! Senin ikiyüzlü ahlâkından, senin batakhanelerinden tiksiniyorum. Oralarda satılmış kız kardeşlerimizin önünde edepsiz, müreffeh sakinlerin şampanyaya dönüşmüş kanımızı içerler!..Ruhumda derin bir esefin teli titreşiyor.
Kendi zulmünün harabeleri altında çöktüğün günü, insafsızca ikiyüzlülüğünün maskesi altında acı çeken kardeşlerim ve kız kardeşlerim için iyilik ve mutluluk çiçeklerinin açtığı günü göremeyeceğim. Bu akşam hayatıma son vereceğim. Yarın senin efendilerin çeşitli partilerin yayın organlarından haberi duyacaklar, satılmış gazeteciler şöyle yazacak:
“Bu yıl intiharlar çoğaldı… Dün gece X. adında bir delikanlı…” Tam olarak ne yazacakları hiç önemli değil. Ama ben nefis bir un ya da birinci kalite emsali bulunmayan bir çikolata reklâmının yerini alacak ya da yayınlanmasını geciktirecektim. Ben… bir reklâmın yerini tutacağım, sizin sarı gazetelerinizde… Ancak hayatta benim kaderim bu mu olacaktı?.. Küçük bir gazetecilik sansasyonu yaratmak için!
Arkadaşlarımın kahvaltılık birer simit alabilecekleri son kuruşlarını ellerinden almak ha! Satılmış gazetecilerin keselerini doldurmak ha!..
Bu beklenmedik düşünce heyecanı ile şaşkın, geri çekildim. Tatlı bir ses bana hayatın kanlı masalını fısıldadı. Bacaklarım istemeyerek bükülüyor, bir ceset gibi yere yıkılıyorum, ilkyazın nefesimi bilinmez bir sezgi ile duyuyorum. Gece, günün sıcak dalgalarını savuruyor. Ağaçlar hışırdıyor, orman bir hayat türküsü çağırıyor.
Bütün vücudum titriyor. Gizli bir ifşa, bilincimi ele geçirip dinleştiriyor. Her şeyi açıkça, basitçe görüyorum. Geri dönüş mü? Asla!
Hayat yalnız orada mı? İnsanlar yalnız orada mı yalancıl, açgözlü, kötü insanlar… Kurtuluş yalnız darağacında mı? Başka bir dünya daha var; sessiz, sakin, karanlığa ve sefalete gömülmüş, fakat samimi! Orada, onun göğsünde lekelenmemiş değerlerle