.
boşuna konuşmuyor, kendim şahidim. Dağdaki hayvancılık çiftliklerinde gerçekleştirilen parti ve siyaset programlarını gazetede açıklamak lazım geldi. O gün Raykom’da bir toplantı çıkınca Selim Karar dağa gidemedi. Ertesi gün çiftlik yöneticisi ile telefonda yalnızca beş dakika konuştuktan sonra yazıhanede iki saatte iki sayfalık bir yazı hazırlayıp çıktı. Sözlü olarak! Şaşmamak mümkün değil.
“Beşerçe’den Beş Ders”. Merakla okudum. Sanki kendisi gidip görmüş gibi canlı ve ayrıntılı. Delil ve mülahazalar yerli yerinde, sonuçlar temellendirilmiş, kuvvetli. Tek bir noksanı yok. Mesele de bu ya: tek bir tane bile! Tüm herkese malum, dosdoğru, pürüzsüz cümleler. Ancak herkesin elinden gelmez. Üstadım meğer bu hünerin piriymiş.
İşe başlamamım ikinci haftası mıydı ne, bana bir görev verdi. İpek dokuma fabrikasındaki açık parti toplantısıyla ilgili kısaca röportaj hazırlamam gerekti. Gittim, katıldım, yazdım. Bu bezmişlere bir göstereyim diye tüm kabiliyetimi ortaya koyarak yazdım. Müdürümün tashihinden sonra metni okuyunca çığlık atasım geldi. Saçımı başımı yolarak bulduğum benzetmelerim, betimlemelerim, mecazi ibarelerim… nerede?! “Filan günü filan yerde filan mevzuyla ilgili filan toplantı oldu. Toplantıda şunlar şunlar söz hakkı alarak şunları söylediler. Toplantıdakiler şöyle bir karar aldılar. Bu, canımız parti hükümetimizin tarihi kararlarıyla tamamen uygundur.” Metinden kalan bu. Sanki bir buket çiçeği silke silke yapraklarını döktürmüş gibi. Özellikle ilave ettiği son cümleyi okuyunca ölecek gibi oldum, işte bu toplantı katılımcıları ki “oybirliğiyle karar” vermişler, yukarıda duran parti hükümete ne gerek var?! Eğer ki kararın “oybirliği” ile kabul edileceği önceden belliyse bu kadar adama zahmet ettirip toplantı yapmanın amacı ne?!
Muharrire şikâyet için gittiğimde, Cuma ağabey: “Bir şey olmaz, parti üslubu öyle olur, öğren” diyerek yüzüme su serpip beni gönderdi. Elimden bir tek şey geldi, gece gizlice matbaaya gidip adımı kaldırttım. Sonuçta bunu gören biri: “Yazdıklarının Selim Karar’ınkinden farkı yokmuş, Taşkent’te sinek kovalayıp da ne yapacaksın?” demez mi?!
Yavaş yavaş yüksek şiiriyet ve bediiyat vasıtalarını unutarak çevreye ayak uydurmaya başladım. Doğrusunu söylemek gerekirse, iyi kötü üstadımdan bir şeyler de öğrendim.
İşte böyle derslerden birini hatırlayınca hemen gülesim gelir. Selim Karar bir yere gittiğinde bir makale hazırlayıp matbaaya teslim ettim. Ertesi gün bu yazıyı gazetede okuyunca üstat telaşlanmasın mı?
– Siyasi yanlış, siyasi hata! dedi kafasını sallayarak. “Yandık yeğenim! Şimdi ne yapacağız? Tam da Cuma Turdiyeviç’in hastalığında… ‘Parti kararları’ demişsiniz. Hangi parti, sosyal-demokratlar partisi mi? Eserler Partisi veya Kadetler mi?! ‘Canımız Komünist partimiz’ diye yazmamız lazım, öğrenin! Bunu Raykom okursa, ikimiz de Cuma Turdiyeviç de…”
Öğlen vakti bu tatsızlığı Nazır ağabeye anlattığımda o gülüverdi:
– Saçmalık! Git sen de! Bu duvar gazeteni kim okur? Okusa da önemli değil!
İlginç, Raykom bizi çağırmadı. Ya da oradakiler de Cuma Turdiyeviç gibi o günler hasta mıydı ne!
Selim Karar’la tashih yapma işimiz bundan da komik. Tashihçi kızımızın düğünü olduğunda bir akşam gazetede nöbetçi olan müdürüme yardım etmek için kaldım. Ben el yazmayı takip ederken, o matbaadan gelen nüshayı sesli okuyordu. Karşılaştırıyoruz. Üstat heceleye heceleye okudukça ben gülmemek için kendimi çimdikliyordum.
– Ca-nı-mız Kom-mü-nis-tik… büyük harfle, iki “m”… par-ti-mi-zin ta-ri-hi.. i… ka-rar-la-rın-dan il-ham a-la-rak, virgül… yi-ğit kuş ba-kıcı-la-rı yük-sek za-fer kuç-tı-lar… “Kuçtılar” mı? Eveet, öyle. Dikkatli olun ha yeğenim…
Selim Karar toplantılara falan gittiğinde ben pencerenin önünde uzun uzun durarak sokaktan geçen kızları seyrederim. Durduk yerde ağlayasım gelir, kendi kendime kızıyorum. Bu nasıl bir gidiş? Boğucu bir odada, ondan da boğucu bir adamla, boğucu bir muhitte, gereksiz, suyu çıkmış cümleleri çiğneyip yeteneğimi ayaklar altına alıp “tarlaya nuru çıkarıldı”, “köprü kuruldu”, “ekip planı yerine getirdi” diyeceğime, stajda Taşkent’te kalarak temiz havalı çimenlerde Medine’me sarılarak ona şiir u gazel okusam olmaz mıydı! Ahmak, nadan! Hayatı öğrenecekmiş, hayattan kopmayacakmış! İşte hayat!.. Arkadaşlar ne zaman gelir acaba, pencerenin altında arabalarının kornasına basarak? Bugün suya girmek için şelaleye gidecektik… Gideceğim ya, güz gelsin giderim! Gübren, samanın kendine kalsın, kararlarınla yerin dibine bat Selim Karar!
… ilçe merkezini geçtikten sonra elma bahçesine dönerken babam konuşmaya başladı:
– “Öğrencimiz bizi iyi yakalamıştı” diyordu rahmetli. Neyle ilgili olduğunu söylemezdi.
O olayı hayal meyal hatırlayarak sordum:
– Baba, cenaze namazını kıldırmadan annesini toprağa verdiğini söylemiştinizi demin. Şu adam namaz kılıyor muydu ki?
– Kılmışsa da kılmıştır, gören kimse olmadı. Defin merasimlerine katılmasına katılırdı ancak cenaze namazı vakti kenarda dururdu. O zaman ne olmuştu?
– E, hatırlamıyorum…
Hatırlıyorum aslında. Selim Karar gece nöbetine kaldığında yardım ettiğim günlerimdi. Matbaa son sayfayı hazırlayana kadar biraz bahçeye çıkıp döndüğümde kapı kapalıydı. Biraz kuvvetlice itince -zinciri herhalde pek sağlam değildi- kapı sesli bir şekilde açılıverdi. Bir baktım… Biri yere kapanmış. Üstadım, Selim Karar! Sesi duyunca apar topar yerden bir şeyi toplayıp masanın altına atıverdi. Seccade mi? Sonra belini tuttuğu halde sızlanarak yerinden kalktı ve aceleyle masa üzerinde duran bir şeyi eliyle kapattı, masanın üzerinden sürükleyerek gizlice cebine koydu. Kırmızı bir şey, bir belgeye benziyor…
– Buyurun buyurun yeğenim, sayfa da henüz hazır değilmiş, dedi Selim Karar suçlu bir edayla ve şikâyet edercesine ekledi: “Lanet olası bel ağrısı. O yüzden biraz uzanayım diye…
Konuyu değiştirmesine bak! Namaz kılıyormuşsun, açıktan kılsan olmaz mı, bana ne? Bundan anlaşılıyor ki gündüzleri beni diğer odaya uzaklaştırıp… Uzun uzadıya kalsam da sessiz kalmasının sebebi buymuş, vay kurnaz! Lâkin o şey neydi? Neden durduğu yerde ona yapıştı?..
O akşam Selim Karar tanınmaz hâle geldi. Bir mahcubiyet, yalakalık, her zamankinden daha çok konuşkan haller. Çay demleyip bana servis etmeler. Tüm sayfalara imza atıldığı hâlde eve gitmeye acele etmiyordu. Zarafetten uzak görünen odun gibi adam benden şiir dinlemekten yorulmuyordu. Gelmiş geçmiş hengâmelerden söz açıyordu. “Babanıza sorun.” Giderken dedem yaşıtı adam, üstadım, bir adım ötede olan evimize sepetli motosiklette bırakmayı teklif etti… Hayret!
Selim Karar ertesi gün işe gelmedi. “Rahatsızım” demiş telefon açarak. İki gün sonra oğlu vasıtasıyla izin dilekçesini gönderdi.
Başsız kaldığımı görünce muharrir beni çok istediğim kültür bölümüne geçirdi. Şen şakrak arkadaşlarla gün geçirirken sonbaharın geldiğini fark etmemişim. Sevgili Taşkent’ime gittim.
Selim Karar’ı bir daha görmedim. Bir sonraki sene gelerek gazeteye gidip sorduğumda, “Şu adamcağıza bir şey yapıp gitmişsin ya şair” dedi gülerek Nazır ağabey. Ondan sonra işe dönmedi. “Lanet olası gözler yazı işlerine yaramıyor artık” diyerek başka alana geçti. “Bahçıvanlık ekibinde bekçi diye duydum. Dışarıda, sokakta da görünmüyor.” Bu muamma zihnimi yordu.
Unutulmayan üstadım hakkında bildiklerim işte bunlar. Sonradan bu da hatırımdan