İki Şehrin Hikâyesi. Чарльз Диккенс
samanların yol açtığı nahoş küf kokusu ve karanlığıyla araba, daha ziyade büyükçe bir köpek kulübesini andırıyordu. Üzerini kaplayan samanlardan temizlenmeye çalışan yolcu Bay Lorry de, boynuna doladığı kalın atkısı, kulaklıklı şapkası ve çamurlu bacaklarıyla iri cins bir köpeğe benziyordu.
“Yarın Calais’e bir posta vapuru var değil mi?”
“Evet efendim. Hava uygun olursa ve rüzgâr da sakin eserse öğleden sonra iki gibi hareket edecek. Oda ister misiniz efendim?”
“Geceye kadar yatmayacağım fakat bir oda ve bir berber istiyorum?”
“Peki ya kahvaltı efendim? Evet efendim. Bu taraftan lütfen efendim.” Şef garson yolcunun arzularını sorarken bir yandan da “Büyük odayı gösterin. Beyefendinin valizini odaya taşıyın ve sıcak su götürün. Odada beyefendinin çizmelerini de çıkartın.” diye etrafındakilere emirler veriyordu. “İçerde güzel bir ateş bulacaksınız efendim.” dedikten sonra emirlerine devam etti: “Berberi büyük odaya çağırtın. Haydi çabuk olun.”
Büyük yatak odası daima posta arabalarının yolcuları için hazır tutulurdu. Her zaman başlarından ayaklarına kadar sarınmış tek tip yolcularsa Royal George’un bu odasından farklı farklı kişiler olarak çıkarlardı. Yine aynı şey oldu. Bir başka garson, iki taşıyıcı, birkaç hizmetli ve ev sahibesi, kahve salonuyla büyük oda arasındaki farklı noktalarda adamı görmek için oyalanırken, kalın yenleri ve ceplerinin üzerinde büyük kapakları olan, oldukça eski fakat iyi muhafaza edilmiş kahverengi takımıyla resmî giyinmiş altmış yaşlarında bir beyefendi odadan çıkıp kahvaltısını etmek için ilerledi.
O kuşluk vakti kahve salonunda, kahverengili adam dışında kimse yoktu. Kahvaltı masası şöminenin önüne hazırlanmıştı. Ateşin yanında oturmuş kahvaltısını beklerken üzerine yansıyan ışıklarla öyle sakin duruyordu ki resminin yapılması için poz veriyor gibiydi.
Ellerini dizlerinin üzerine koymuş olan adam, ciddi ve yaşlı görünüyordu. Yeleğinin cebinde gürültüyle çalışan saati, canlı ateşin geçiciliği ve ciddiyetsizliği karşısında ağırbaşlılığı ve uzun ömürlülüğü simgeliyor gibiydi. Güçlü bacakları vardı, güzel bir dokusu olan kahverengi çorapları düzgün ve sıkıydı. Ayakkabıları ve ayakkabısının tokası da sade olmasına karşın biçimliydi. Uzun, dalgalı, düzgün fakat biraz da garip bir peruk takmıştı. Gerçek saçtan yapılmış olması muhtemeldi; ancak daha çok ipek veya cam liflerinden yapılmış gibi görünüyordu. Çorapları kadar güzel olmasa da gömleği, sahilde kırılan dalgaların köpükleri ya da gün ışığında açık denizlerde parıldayan yelkenler kadar beyazdı. Yüzü her zaman dingin ve sesiz, gözleri acayip peruğunun altında pırıl pırıldı. Geçen yıllarda derinliklerine acılar gömmüş olan bu gözlerde sakin ve sessiz bir ifade vardı. Yanaklarının rengi oldukça sağlıklıydı ve çizgiler bulunmasına rağmen yüzünde pek az asabiyet belirtisi vardı. Ancak belki de Tellson Bankası’nın güvenilir çalışanları asıl olarak diğer insanların sıkıntılarıyla ilgilenmiş ve belki de bu ikinci el tasalar kolaylıkla gelip geçmiştir.
Resminin yapılmasını bekleyen bir adam gibi oturan Bay Lorry, uyuklamaya başladı. Onu, kahvaltısının gelişi uyandırdı. Sandalyesini yaklaştırırken garsona, “Bugün gelecek olan genç bir bayan için oda ayırtmak istiyorum.” dedi. “Bay Jarvis Lorry’yi sorabilir ya da sadece ‘Tellson Bankası’ndan bir bey’ der. Lütfen bana haber verin.”
“Peki efendim. Londra’daki Tellson Bankası değil mi efendim?”
“Evet.”
“Londra ve Paris arasındaki seyahatlerinde bankanızdan beyleri ağırlama şerefine sık sık erişiyoruz efendim. Tellson çalışanları epey seyahat ediyor efendim.”
“Evet, bir İngiliz şirketi olduğumuz kadar Fransız şirketi de sayılırız.”
“Evet efendim. Siz pek seyahat etmiyorsunuz sanırım efendim.”
“Son yıllarda pek etmedim. Biz… Ben Fransa’dan geleli on beş yıl oluyor.”
“Gerçekten mi efendim? O zamanlar ben burada çalışmıyordum, buradaki hiç kimse çalışmıyordu efendim. George Oteli’nin sahipleri o zaman başkaydı efendim.”
“Ben de öyle sanıyorum.”
“Ama bahse girerim, Tellson şirketi on beş değil elli yıl önce de vardı, öyle değil mi efendim?
“Bu rakamı üçe katlayabilirsin. Aslında şirket yüz elli yıldır ayakta.”
“Gerçekten mi efendim!”
Gözleri ve ağzı açık kalan garson masadan uzaklaşırken sağ kolundaki peçeteyi sol koluna aldı ve rahat bir tavırla, tıpkı bir rasathane ya da gözetleme kulesindeymiş gibi misafirinin yiyip içmesini seyretmeye başladı. Bu her dönemde garsonların yaptığı bir hareketti.
Bay Lorry kahvaltısını bitirince kumsalda bir gezinti için dışarıya çıktı. Çarpık kentleşmiş küçük Dover şehri, kendisini kumsaldan uzağa saklamış ve tıpkı denizde yaşayan bir devekuşu gibi başını kireç kayalıklara gömmüştü. Kumsal, başıboş bir şekilde yuvarlanan taş ve kum kümeleriyle dolu bir çöl gibiydi. Deniz yine pek sevdiği o yıkım işini yapmıştı. Şehrin, kayalıkların üzerinde gök gürlüyordu ve bulutlar gelip tüm yükünü sahilde bıraktı. Evlerin üzerindeki havada öyle kesif bir balık kokusu vardı ki; hasta insanların denize girdiği gibi hasta balıkların da denizden çıkıp havaya karıştıkları sanılabilirdi. Limanda pek fazla olmasa da balıkçılık yapılıyordu. Geceleri halk deniz kıyısında gezintiye çıkıyordu; özellikle de dalgalar kabarıp sel basmasına ramak kala. Pek iş yapamayan küçük tüccarlar bazen esrarengiz bir şekilde büyük servetler kazanıyordu ve civardaki kimsenin lambaları yakmakla görevli kişilere katlanamadığı göze çarpıyordu.
Öğleden sonraya girilirken ve kimi zaman Fransa kıyılarının görülmesine fırsat verecek kadar açılan hava tekrar nem ve sisle ağırlaşırken, Bay Lorry’nin düşünceleri de bulutlanmış gibiydi. Karanlık çökünce kahve salonundaki ateşin önüne oturdu ve tıpkı kahvaltısını beklediği gibi akşam yemeğini beklemeye başladı. Zihni karmakarışık bir hâlde kızıl korları kurcaladı, kurcaladı, kurcaladı…
Yemekten sonra içilecek bir şişe Bordeaux şarabının, kızarmış kömürleri karıştıranlara bir zararı yoktur; başka bir şey yapıyor olsaydı işini yapmasını engellemesi ise büyük ihtimaldi. Bay Lorry uzun zamandır aylak aylak oturuyordu ve son kadehini ancak şişenin dibini görmüş, zinde görünümlü geçkin bir erkekte görülebilecek bir tatminle doldurmuştu ki, yan sokaktan tekerlek sesleri duyulan bir araba gürültüyle otelin avlusuna girdi.
Bardağındakine dokunmadan bıraktı: “Bu matmazel!”
Birkaç dakika içerisinde garson, Londra’dan Bayan Manette’in geldiğini ve Tellson’dan gelen beyefendiyi görmekten memnun olacağını bildirdi.
“Bu kadar çabuk mu?”
Bayan Manette yolda bir şeyler içtiği için daha fazlasına ihtiyaç duymuyordu ve Tellson’dan gelen beyefendiyi bir an önce görmek için epey sabırsızlanıyordu, tabii eğer bu onun için de uygunsa.
Tellson’dan gelen beyefendi bardağındakini büyük bir ümitsizlik içinde bitirip küçük, garip peruğunu düzeltti ve Bayan Manette’in odasına doğru garsonun peşi sıra gitti. Bu, cenaze ortamını andıran siyah at kılından yapılmış kumaşla kaplanmış mobilyalar ve ağır, koyu renk masalarla döşenmiş büyük ve karanlık bir odaydı. Masalar öylesine cilalanmıştı ki, odanın ortasındaki masanın üzerinde duran iki mumun loş ışığı masanın her kanadına yansıyordu. Sanki siyah maundan derin mezarlarda gömülü gibilerdi