Erewhon. Samuel Butler
ama eğer mümkün olsaydı bu değişiklikleri yapmadan önce çıkan baskılardan kırk elli sayfa çıkarmayı isterdim.
Ancak bu durum kopyalama haklarının süresi yaklaşık yirmi yıl içinde dolacağı için gerçekleşmeyebilir. Ama edebî saldırılardan dolayı -ki beklediğimden daha çoğuyla karşılaştım-ve tabii ki yaşamımı sürdürmek için ihtiyacım olan para için -yani kopyalama hakları için- bu süre boyunca kitabı gözden geçirmek ve bazı eklemeler yapmak gerekliydi. Mesela elli sayfa kesmeseydim, yaklaşık altmış tane eklemek zorunda kalacaktım; yapımcım ya da benim yüzümden de değil, kopyalama hakları yüzünden. Ancak okuyucuya garanti ederim ki otuz yıl önce bitirdiğimi sandığım ve çoğundan utanıyor olduğum işi yenilemeyi ne kadar bıktırıcı bulsam da bu yenisini eskisinden daha iyi yapmak için elimden geleni en iyi şekilde ortaya koydum ama bu otuz kırk yıl boyunca oluşan farkları sadece en iyi eleştirmenler anlayabilir. Son olarak eğer okuyucularım Erewhon ve Erewhon’a İkinci Ziyaretarasında bir fark görürlerse onlara Erewhon’un on yıllık çoklu bir çalışmanın eseri olduğunu fakat Erewhon’a İkinci Ziyaret’in Kasım 1900 ve Nisan 1901 arasında yazıldığını hatırlatmak isterim. Erewhon’un özünde temel bir fikir yok; ancak ondan sonra gelenlerin hepsinin temelinde tek sanılan büyük bir mucizeyi fark etme çabası yatıyor. Erewhonda hikâye denebilecek bir şey ve karakterlere kişisellik ve yaşam verme çabası yok; ama umarım Erewhon’a İkinci Ziyaret’te bu iki hatadan kaçınabilmişimdir. Erewhon’da organik bir bütünlük yokken Erewhon’a İkinci Ziyaret’te olduğu söylenebilir. Yine de, edebî açıdan bu ikinci kitabın ilkinden üstün olduğundan şüphem olmasa da bütün hatalarına rağmen Erewhon’un okunmasının daha iyi olduğu söylenmezse şaşıracağım.
1. Bölüm
Çorak Ülke
Eğer okuyucu kusuruma bakmazsa ne geçmiş ne de kendi ana vatanımı terk etmeme sebep olan ayrıntılar hakkında hiçbir şey söylemeyeceğim; çünkü bunun hikâyesi okuyucu için sıkıcı ve benim için de acı verici olur.
Şunu söyleyeyim ki evden ayrıldığımda niyetim, servetimi İngiltere’de olduğundan daha hızlı arttırabileceğim, sığır ya da koyun besleyebileceğim yeni bir koloni bulmak ya da bu koloniyi sadece aramaktı. Ancak, amacıma ulaşamadığım ve her ne kadar çok fazla yeni ve tuhaf şeyle karşılaşsam da kendime hiçbir maddi kaynak sağlayamadığım açıkça görülecek. Bundan kâr sağlayan ilk kişi olmanın ve bunun beni yüklü miktar parayla ödüllendireceğinin, evrenin oluşumundan beri en az on beş, on altı kişi tarafından elde edilemeyecek bir pozisyona sahip olmanın hayalini kurduğum doğrudur. Ama bunun için çok miktarda param olmalıydı; ancak bu parayı halkı bir hikâyeye inandırıp bağış kampanyalarına ikna ederek kendimi desteklettirmekten başka nasıl bulacağıma dair bir fikrim yoktu.
Bu umutla maceralarımı artık büyük bir istekle yayımlayabilirim. Fakat hikâyemin hepsini anlatmazsam akıllarda şüphe oluşturabilir diye korkuyorum. Bu nedenle okuyucular da kendilerince anlam çıkarsınlar diye böyle yapmayacağım.
Birinin benden önce davranmasındansa benden şüphe edilmesi riskini göze aldım ve bu yüzden İngiltere’den ayrılmaya ve daha ciddi ve zor olan yolculuğuma başlamaya karar verdim. Tek tesellim, gerçeklerin kendi etkisini de beraberinde getirmesi ve hikâyemin doğruluğuna dair birçok kanıtının olmasından dolayı benim gibi ikna edici olmasıydı.
Varış noktama 1868’in son aylarından birinde ulaştım; okuyucu hangi yarım kürede olduğumu anlamasın diye mevsimden bahsetmeye kalkışmayacağım. Koloni sahilde sıkça yerleşmiş birkaç kabilenin vahşileri tarafından korunan, en maceracı göçmenlerin bile sekiz dokuz yıldan fazla zamandır ayak basamadığı oldum olası ıssız bir yerdi.
Avrupalıların bildiği kısım; uzunluğu 800 mil civarında olan bir kıyı şeridi (üç dört büyük limanın yer aldığı) ve yer yer 200-300 metre arasında değişen mesafelerle kıyıdan ve ülkenin uzak düzlüklerinden ancak görülebilen, son derece yüksek ve zirvesi daima karla kaplı dağların yamaçlarına uzanan araziden ibaretti.
Kıyı, kuzey ve güney boyunca bahsettiğim arazide tamamıyla iyi bilinen bir yoldu, ama iki tarafta da beş yüz mil boyunca tek bir liman yoktu, dağlar neredeyse denize iniyordu ve kimsenin yerleşemeyeceği kadar sık ağaçlarla kaplıydı.
Ancak karanın bu koyunda durum farklıydı. Limanlar yeterli değildi ama arazi de çok sık olmamakla beraber ağaçlıktı. Tarım için olağanüstü elverişliydi ve aynı zamanda yeryüzündeki en güzel otlaklara sahipti, her çeşit koyun ve sığır yetiştirmeye uygun milyonlarca dönüme yayılmıştı.
Hava ılıman ve çok sağlıklıydı. Ne vahşi hayvan vardı ne de yerliler tehlikeliydi; sayıca az ve yaradılış olarak uysaldılar. Kolayca tahmin edilebileceği gibi, Avrupalılar bu topraklara adım atar atmaz bu olanaklardan faydalanmakta gecikmemişlerdi.
Koyun ve sığır getirilmiş ve bunlar süratle çoğalmışlardı. İnsanlar birkaç yıl içinde, ta ki sahil ile dağ yamaçları arasında alınmamış arazi kalmayıncaya kadar elli ila yüz bin dönüm araziyi kaplayarak birbirleri ardına içerilere doğru kaymışlar ve ülkenin her yerine yirmi ila otuz mil mesafe aralıklarla koyun ya da sığır çiftlikleri kurmuşlardı.
Öndeki dağlar, yılın çoğu gününde karlı olduğu için göç akınını kısa bir süre için keserdi. Koyunlar kaybolabilir, çobanlığı zorlaştırır ya da koyunlardan yün sağlamanın giderleri yükselerek çiftçinin kârını düşürür ve otlar koyunları sürmek için çok ekşi, sert olur gerekçesiyle ilerlemeyi kestilerse de sonra birbiri ardına denemeye karar verdiler ve ne mutlu ki başarılı oldular.
İnsanlar gitgide daha da dağların içlerine doğru yerleşmeye başladı ve içlerde kıyı ile dağ arasında oldukça uygun bir alan buldular. Tabii uzak düzlüklerden görünen bu dağ; en yüksek olan büyük karlı dağ değildi.
Ancak bu ikinci dağ, ülkenin kırsal alanının uç sınırlarını çiziyor gibiydi ve o alan benim başta deneme olarak işe alınıp sonra sürekli olarak çalışmaya başladığım yeni kurulmuş, küçük bir merkezdi. O zamanlar sadece yirmi iki yaşındaydım.
Ülkeden ve buradaki yaşam şeklinden oldukça memnundum. Her günkü işim; koyunların sınırları geçip geçmediğine bakmak için yüksek bir dağın tepesine çıkıp bir eteğinden tekrar düzlüğe inmekti
Yaptığım şey, koyunları elimin altında bulundurmak ya da tek bir sürü hâline getirmek değil, sadece her şeyin yolunda gittiğini görmek için koyunları gözetmekti. Topu topu 800 tane koyun vardı ve hepsi hamile dişiler olduğundan oldukça sakinlerdi; dolayısıyla işim pek de zor değildi.
Ayırt edebildiğim birçok uslu koyun vardı; siyah renkli iki ya da üç dişi koyun, biri ya da ikisi siyah kuzu ve diğerleri de onları tanıyabileceğim bazı ayırt edici işaretlere sahip koyunlardı. Eğer hepsi yerinde ve sürü yeterince kalabalık görünürse her şeyin yolunda olduğundan emin olurdum.
Gözün 200-300 koyundan yirmisinin eksikliğini kısa sürede fark eder hâle gelmesi şaşırtıcı. Teleskobum ve bir köpeğim vardı. Ayrıca yanıma et, ekmek ve tütün de alırdım. Sabah erkenden şafakla birlikte çıkardım ve gittiğim dağın yüksekliğine bağlı olarak bazen turumu tamamlamam geceyi bulurdu.
Kışları dağ karla kaplıydı ve sürülerin izlenmeye ihtiyacı yoktu. Eğer bir koyun pisliği görür ya da aşağıya dağın diğer tarafına giden bir iz görürsem -ki orada akıntının olduğu çıkmaz bir vadi olmalıydı- o izi takip edecek ve sürüyü görmek için gözümü açık tutacaktım; ama hiçbir şey görmedim. Sürüler kısmen alışkanlıktan kısmen de ben