Kayıp Zamanın İzinde Swann'ların Tarafı 1. Kitap. Марсель Пруст

Kayıp Zamanın İzinde Swann'ların Tarafı 1. Kitap - Марсель Пруст


Скачать книгу
ederim, istemiyorum azizim.” dedi. “Biliyorsunuz, eski dükün bana gönderdiği sigaraları içmeye alıştım. Sizin kıskandığınızı söyledim kendisine.” ve üzeri yabancı yazılı, yaldızlı bir tabakadan sigara çıkardı. “Aslında…” dedi birdenbire, “Bu genç adamın babasıyla sizin evde karşılaşmış olmalıyım. Yeğeniniz değil mi? Nasıl unutabildim? Bana karşı çok iyi, çok kibar davranmıştı.” dedi duygulu, mütevazı bir tavırla. Ama babamın ölçülü tavrını göz önüne alarak, pembeli kadının kibarlık olarak adlandırdığı davranışının kim bilir ne kadar sert olduğunu bilen biri olarak, babama gösterilen bu aşırı minnetle onun yetersiz nezaketi arasındaki eşitsizlikten dolayı, sanki babam bir kabalık etmiş gibi utandım. Daha sonraları, bu aylak ve çalışkan kadınların rollerinin insanın içini sızlatan bir yanının, cömertliklerini, yeteneklerini, duygusal bir estetik hayalini -onlar da sanatçılar gibi bu hayali gerçekleştirmezler çünkü onu gündelik hayatın çerçeveleri içine sokmazlar- ve kendilerine pek de pahalıya mal olmayan bir serveti, erkeklerin kaba saba, yontulmamış hayatlarını değerli ve zarif bir çerçeveye oturtmaya adadıklarını düşündüm. İşte bu kadın da amcamın kendisini gündelik ceketiyle ağırladığı odasına, o yumuşak bedeni, ipekli pembe elbisesi, incileri, bir eski dükün dostluğundan ileri gelen zarafeti armağan ettiği gibi, babamın sıradan bir sözünü de incelikle işlemiş, biçimlendirmiş, ona değerli bir ad vermiş, tevazu ve minnetle dolu o güzel bakışlarıyla taçlandırarak sanat eseri bir mücevhere, “muhteşem” bir şeye dönüştürerek sunuyordu şimdi.

      “Hadi bakalım, senin gitme vaktin geldi!” dedi amcam.

      Kalktım, pembe elbiseli kadının elini öpmek için karşı konulmaz bir istek duyuyordum ama bu hareketin, bir kaçırma eylemi kadar cüretkâr olacağı kanaatine varmıştım. Kalbim çarpıyordu, kendi kendime “Yapmalı mıyım, yapmamalı mıyım?” derken sonra, herhangi bir şey yapabilmek için, ne yapmam gerektiğini sorgulamayı bıraktım. Henüz birkaç saniye önce bulduğum bütün o destekleyici sebepleri unutmuş bir hâlde, körü körüne ve mantıksız bir hamleyle, dudaklarımı pembeli kadının bana uzanan ellerine kondurdum.

      “Ah! Ne kadar da kibar! Şimdiden çapkın, kadınlara düşkün; amcasına çekmiş. Tam bir centilmen olacak.” dedi pembeli kadın ve ekledi, konuşmasına hafif bir İngiliz aksanı katmak amacıyla dişlerini sıkıştırarak; “Bir gün bana gelemez mi? Komşumuz İngilizlerin de dediği gibi a cup of tea15 içmeye? Sabahtan bir mavi16 çekiverir olur biter!”

      “Mavi”nin ne demek olduğunu bilmiyordum. Pembeli kadının söylediklerinin yarısını anlamıyordum ama bu sözlerde, cevap vermemenin kabalık olarak görülebileceği bir soru gizli olabileceği kanaatinde olduğumdan konuşmasını bitmek bilmez bir dikkatle dinliyordum ve çok büyük bir yorgunluk hissediyordum.

      “Hayır, olmaz, imkânsız!” dedi amcam omuz silkerek. “Hiç vakti yok, çok çalışıyor, derslerinde en iyi notları alıyor.” diye ekledi, bu yalanını duyup düzeltmemem için alçak bir ses tonuyla, “Kim bilir, belki ileride bir Victor Hugo, bir Vaulabelle olur, değil mi?”

      “Sanatçılara bayılırım!” diye ekledi pembeler içindeki kadın. “Kadınları onlar kadar iyi anlayan yok… Bir onlar ve bir de sizin gibi seçkin kimseler. Cahilliğimi bağışlayın lütfen dostum ama Vaulabelle kimdir? Odanızdaki camlı küçük kitaplıkta duran yaldızlı ciltler mi? Onları bana ödünç vereceğinize söz vermiştiniz, unutmayın, çok dikkat ederim.”

      Kitaplarını ödünç vermekten nefret eden amcam bu sözler üzerine sessiz kaldı ve beni sofaya kadar geçirdi. Pembeli kadının aşkından deliye dönmüş bir vaziyette yaşlı amcamın tütün kokan yanaklarını deli gibi öpücüklere boğdum; amcam oldukça sıkkın bir tavırla, açıkça dile getirmeye cesaret edemese de bu ziyaretten annemle babama söz etmezsem memnun olacağını ima ederken ben gözlerimde yaşlarla bu iyiliğini hiç unutmayacağımı, bir gün minnettarlığımı kendisine göstermenin bir yolunu mutlaka bulacağımı söylüyordum. Bu iyiliğinin etkisi gerçekten o kadar büyük olmuştu ki iki saat sonra, kazandığım bu yeni önemi annemle babama net bir şekilde belirtmediğine inandığım birkaç gizemli cümlenin ardından, henüz yaptığım bu ziyareti onlara en ince ayrıntısına kadar anlatmayı daha açıklayıcı buldum. Bu hareketimle amcamın başını derde sokacağımı hiç düşünmemiştim. Böyle bir şeyi istemediğime göre nasıl düşünebilirdim ki? Benim bir sakınca görmediğim bu ziyareti onların sakıncalı bulacağını da tahmin edemezdim. Bir dostumuz, bizden, mektup yazmayı ihmal ettiği bir hanımdan onun adına özür dilememizi rica ettiği hâlde, bizim önem vermediğimiz bir suskunluğa bahsi geçen hanımın da önem vermeyeceği hükmüne varıp ona bir şey söylemeyişimiz çok sık karşılaştığımız bir durum değil midir? Ben de herkes gibi başkalarının beynini, gördüğü şeylere belirli bir tepki göstermekten yoksun, edilgen ve uysal bir depo olarak hayal ediyordum; amcamın sayesinde gelişen tanışma haberinin tohumlarını annemle babamın zihnine ekerek bu tanışma hakkındaki iyi niyetli görüşlerimi de arzu ettiğim şekilde onlara aktardığımdan şüphe duymuyordum. Fakat maalesef ki annemle babam, amcamın bu davranışını tasvip etmeyerek benim önerdiğim ilkelerden çok daha farklı ilkeler benimsediler. Babam ve büyükbabamla amcam arasında sert tartışmalar yaşandı; ki ben bu yaşananları dolaylı bir yoldan öğrendim. Birkaç gün sonra üstü açık bir arabada bulunan amcamla karşılaştığımda hissettiğim üzüntüyü, minnettarlığı, pişmanlığı ona ifade etmek istedim. Duygularımın yoğunluğu göz önüne alındığında, şapkamı çıkarıp selam vermenin saygısızlık olacağını fark ettim; amcam, kendimi ona sadece basit bir nezaket göstermekle yükümlü zannettiğimi düşünebilirdi. Bu yetersiz hareketi yapmamaya karar verdim ve başımı diğer yana çevirdim. Amcam, annemle babamın direktiflerine uyduğumu zannetti ve onları hiç affetmedi, uzun yıllar sonra ölünceye kadar hiçbirimiz onu bir daha görmedik.

      İşte bu nedenledir ki Adolphe amcamın artık kapalı duran oturma odasına girmeden arka mutfağın çevresinde biraz vakit geçirdikten sonra, Françoise dışarı çıkıp, “Kahve servisiyle yukarı sıcak su çıkarma işini bulaşıkçı kıza devrettikten sonra Madam Octave’ın yanına gitmem gerek.” dediğinde içeri girmeye karar verip doğrudan odama, kitap okumaya çıkardım. Cisimleştiği geçici biçimler arasında bir devamlılık sağlayan ve kendisine bir çeşit kimlik kazandıran değişmez görevleri yerine getirmekle yükümlü bulaşıkçı kız, bir tüzel kişi, bir kurumdu; çünkü en az yılda bir defa değişirdi. Devamlı kuşkonmaz yediğimiz yıl, çoğunlukla kuşkonmazları ayıklamakla görevli olan bulaşıkçı kız zavallı, hastalıklı bir kızdı; biz Paskalya’da Combray’ye gittiğimizde hamileliğinin oldukça ileri bir dönemindeydi; Françoise’ın, evin içinde de dışında da kızın bunca iş yapmasına izin vermesini şaşkınlıkla karşılıyorduk çünkü gün geçtikçe büyüyen, mucizevi biçimiyle iş gömleğinin altından kendini belli eden o gizemli sepeti önünde taşırken zorlanmaya başlamıştı bile. Bu iş gömleği, M. Swann’ın bana armağan ettiği fotoğraflarda gördüğüm, Giotto’nun bazı sembolik figürlerinin kaftanlarını andırırdı. Bu benzerliğe dikkat çeken de bizzat M. Swann’ın kendisiydi, bize bulaşıkçı kızdan haber soracağı zaman, “Giotto’nun Merhameti nasıl?” derdi. Hamilelik yüzünden zaten yüzü dahi şişmanlamış olan, yanakları dümdüz inerek bir kare oluşturan zavallı kızın kendisi de Arena’daki, erdemlerin kişileştirmeleri olan güçlü kuvvetli, erkeksi bakirelere, daha doğrusu anaç kadınlara çok benzerdi aslında. Padova’daki “Erdemler ve Kötülükler”in, bulaşıkçı kıza bir başka açıdan da benzediğini şimdi anlıyorum. Nasıl ki bu kız, sembolün güzelliği ve ruhu yüzünde hiçbir şekilde ifade bulmadan, onun anlamını kavramadan, silüetini şişiren


Скачать книгу

<p>15</p>

Bir fincan çay. (ç.n.)

<p>16</p>

Paris’te halk arasında, mavi kâğıda yazılan şehir içi telgraflara verilen ad. (ç.n.)