Sherlock Holmes’un Dönüşü Bütün Maceraları 5. Артур Конан Дойл
bilinmeyen bir kişi ya da kişiler tarafından kasten öldürüldüğü kararının verilmesi neticesinde; toplumun da kabullendiği Sherlock Holmes’un ölümünden duyduğum üzüntüyü daha da derinden hissetmiştim. Bu garip vakada özellikle onun ilgisini çekecek birçok nokta bulunuyordu ve Avrupa’nın bir numaralı dedektifinin gözlemleriyle parlak zekâsının, polisin çalışmalarına büyük yararı dokunacağına emindim. Vizitelerime giderken sürekli bu davayı düşünüyor ama mantıklı bir şey elde edemiyordum. Zaten bilinen bir hikâyeyi bir kez daha anlatmayı göze alarak, soruşturma sonunda kamuoyunun da haberdar olduğu gerçekleri, baştan almak istiyorum:
Bay Ronald Adair, bir zamanlar Avustralya kolonilerinde vali olan Maynooth kontunun ikinci oğludur. Adair’in annesi bir katarakt ameliyatı için Avustralya’dan dönmüş, oğlu Ronald ve kızı Hilda’yla birlikte Park Yolu, 427 numarada yaşamaya başlamıştı. Genç delikanlı cemiyet ortamlarında bulunuyordu ve bilindiği kadarıyla düşmanları ya da kötü alışkanlıkları yoktu. Bay Ronald Adair, Carstairs’li Bayan Edith Woodley ile nişanlanmıştı; ancak olaydan birkaç ay öncesinde ortak bir karar ile nişanı bozmuşlardı. Fakat aralarında hoş olmayan duyguların oluşması için hiçbir sebep yoktu. Genelde çok dar ve geleneksel bir çevre içinde bulunuyordu çünkü sakin ve heyecansız bir yapısı vardı; ancak bu genç aristokrat 30 Mart 1894’te saat on ile on biri yirmi geçe arasında ölümle tanışmıştı.
Ronald Adair kâğıt oynamayı seven biri olarak sürekli oynuyordu; ancak onu zora sokacak miktarlarda değildi bunlar. Baldwin, Cavendish ve Bagatelle gibi kâğıt oynanan kulüplere üyeydi. Elde edilen bilgilere göre, öldüğü gün, akşam yemeğinden sonra, bunların ikincisinde bir el vist oynamıştı. Ayrıca öğleden sonra da oynamıştı aynı kulüpte. Onunla aynı masada olan kişiler -Bay Murray, Sör John Hardy ve Albay Moran- vist oynadıklarını ve herkesin oyunda eşit durumda olduğunu söylediler. Adair’in en fazla beş sterlin kaybettiğini de eklediler. Büyük bir servete sahip olduğu için bu kayıp onu etkilememişti. Neredeyse her gün bu kulüplerden birinde kâğıt oynuyordu; ancak tecrübeli bir oyuncu olduğundan genelde kazanarak masadan kalkıyordu. Öğrenildiğine göre birkaç hafta öncesinde Albay Moran ile eşleşerek, Godfrey Milner ile Lord Balmoral karşısında bir oyunda, 420 sterlin gibi bir para kazanmıştı. Soruşturmada da belirtildiği kadarıyla onun yakın geçmişiyle ilgili bilgiler bu kadardı.
Suçun işlendiği gece kulüpten tam olarak saat onda dönmüş. Annesiyle kız kardeşi bir akraba ziyaretindeymiş. Hizmetçi onun oturma odası olarak kullandığı ikinci kattaki ön odaya girdiğini duymuş. Şömineyi yakmış ve çok duman olunca pencereyi açmış. Bayan Maynooth ve kızı saat on biri yirmi geçe civarında dönene kadar odadan hiç ses gelmemiş. Annesi iyi geceler dilemek niyetiyle oğlunun odasına girmek istemiş. Kapı içeriden kilitliymiş. Tüm bağırmalarına ve kapıyı vurmalarına rağmen içeriden cevap alamamışlar. Yardım çağırarak kapıyı açtırmışlar. Talihsiz genç adamı masanın yanında, yerde bulmuşlar. Bir tabanca mermisi kafasını delip geçmiş; ama odada tabancaya ait hiçbir ize rastlanmamış. Masanın üzerinde iki tane on sterlin ve on yedi sterlin ile on şilini farklı desteler hâlinde bulmuşlar. Bunların yanında duran bir kâğıtta bazı rakamlar ile bu rakamların karşılarında kulüpten olan arkadaşlarının adları yazılıymış. Ölmeden önce kâğıt oyunlarında kazandıklarını ve kaybettiklerini yazmak istediği tahmin ediliyor.
Bir dakikalık bir inceleme sonunda olaylar daha da karmaşık hâl almıştı. İlk olarak, genç adamın kapısını içeriden kilitlemesine bir anlam verilememişti. Bir ihtimal bunu katil yapmıştı ve sonra da pencereden kaçmıştı; ancak yere olan mesafe yirmi fitti ve aşağıda çiçek açmakta olan bir çiğdem tarhı bulunuyordu. Ne çiçeklere ne de toprağa zarar verilmişti ve ayrıca evi yoldan ayıran bir karış çimlerde bile iz bulunamamıştı. Belli ki genç adam kapıyı içeriden kilitlemişti. Ama ölümüyle nasıl yüzleşmişti acaba? Hiç kimse iz bırakmadan pencereden tırmanamazdı. Pencereden ateş edildiği düşünülse bile bir tabanca kurşunuyla o denli ciddi bir yaranın açılmış olması için, gerçekten olağanüstü bir atışın söz konusu olması gerekiyordu. Üstelik Park Yolu çok işlek bir caddenin üzerindeydi ve evin yüz metre ilerisinde bir araba durağı bulunuyordu. Hiç kimse ateş edildiğini duymamıştı ancak ortada ölü bir adam ve onu anında ölüme götürecek yarayı açan bir tabanca mermisi vardı. İşte “Park Yolu Gizemi”nin ayrıntıları bundan ibaretti. Cinayetin bir amaçtan yoksun olması, olayları daha da karmaşık hâle sokuyordu; çünkü daha önce de dediğim gibi genç Adair’in bilinen bir düşmanı yoktu ve ayrıca odasından ne para ne de değerli eşyaları çalınmıştı.
Bütün gün olanları düşündüm durdum; her şeyi bağdaştıracak bir teori ve zavallı arkadaşımın dediği gibi her araştırmanın başlangıç noktasını oluşturan geçirgen yeri bulmaya çalışıyordum. Çok az ilerleme kaydettiğimi itiraf etmeliyim. Akşam Park’ta dolaşmaya çıktım ve saat altı gibi Park Yolu’nun sonunda bulunan Oxford Caddesi’nde buldum kendimi. Kaldırımda durup bir evin penceresine pürdikkat bakan bir grup insan, görmeye gelmiş olduğum evin yerini bana göstermiş oldu. Renkli camlı gözlükleriyle uzun boylu, zayıf bir adam -ki sivil bir dedektif olduğundan şüphelenmiştim-kendi teorisini açıklıyor ve etrafındaki insanlar onu dikkatle dinliyorlardı. Elimden geldiğince ona yaklaşmaya çalıştım ama gözlemleri o kadar saçma idi ki tiksinerek oradan uzaklaştım. Tam dönerken arkamda duran yaşlı ve kambur bir adama çarptım ve elindeki kitapları düşürdüm. Onları toplamasına yardım ederken düşen kitaplardan birinin adının “Ağaçlara Tapınmanın Kökeni” olduğu dikkatimi çekti. Bu zavallı adamın ya satmak için ya da hobi olarak, anlaşılması güç kitapları toplayan bir kitap kurdu olduğunu anlamıştım. Özür dilemeye çalıştım ancak hırpaladığım kitapların, sahibinin gözünde çok değerli olduğu apaçıktı. Aşağılayıcı sözler söyleyerek arkasını dönüp yürümeye başladı. Kamburlaşmış sırtı ve beyazlamış saçlarıyla kalabalığın arasında kayboluvermişti.
Park Yolu, 427 numarada yaptığım incelemeler pek işe yaramamıştı. Ev, en fazla beş fit yükseklikte olan alçak bir duvar ve çit ile yoldan ayrılıyordu. Bu nedenle bahçeye girmek çok kolaydı. Fakat pencereden eve girmek imkânsızdı; çünkü bir su borusu bile yoktu. Bu duvarlardan dünyanın en çevik insanı bile tırmanamazdı; çünkü tutunacak herhangi bir şey yoktu. Her zamankinden daha şaşkın bir vaziyette Kensington’a döndüm. Çalışma odama gireli beş dakika bile olmamıştı ki hizmetçim, birinin beni görmek istediğini söyledi. Ziyaretçimin, yaşlı kitap kurdundan başkası olmadığını görünce hayretler içinde kaldım. Sert, zeki ifadeli yüzüyle bir tutam beyaz saçın altından bana bakıyor ve sayısı bir düzineyi bulan değerli kitaplarını sağ kolunun altına sıkıştırmış hâlde öylece duruyordu.
“Beni gördüğünüze şaşırdınız sanırım efendim.” dedi tuhaf ve çatlak bir sesle.
Gerçekten şaşırmıştım.
“Ah, bende de bir vicdan var efendim… Topallayarak yürürken şans eseri sizin bu eve girdiğinizi gördüm. Kendi kendime düşündüm ki: Neden bu iyi niyetli beyefendiye uğrayıp kaba davranmakla kötü bir niyetimin olmadığını ve kitaplarımı topladığı için ona minnettar olduğumu söylemiyorum?”
“Ufak bir mesele, lütfen büyütmeyin.” dedim, “Beni nasıl tanıdığınızı sorabilir miyim?”
“Ah, efendim saygısızlık olarak görmezseniz sizin bir komşunuz olduğumu söyleyeceğim, Kilise Sokağı’nın köşesinde ufak bir kitapçı dükkânım var. Eğer uğrarsanız çok memnun olurum. Belki siz de kitap biriktiriyorsunuzdur, efendim. Bakın burada ‘Britanya’nın Kuşları’, ‘Catallus’ ve ‘Kutsal Savaş’ var, her biri indirimdedir. Oradaki ikinci rafınızı sadece beş kitapla doldurabilirsiniz. Biraz düzensiz gözüküyor, değil mi efendim?”
Arkamdaki