Aşk-ı Memnu. Халит Зия Ушаклыгиль
işte bütün o çılgıncasına sevilip de alınamamış şeyler, işte onlar isteğinin kabzası önünde en küçük bir emeline boyun eğmiş ve amade bekliyor, renkli gözleriyle onu çağırıyordu.
Ah! O zarafeti sadelikte araştırmaya mecbur edip de bu alınamayan şeylerin acısını, gizli hüsranını saklamak için sahte bir tiksinme talim eden fakir hayat… Artık o hayattan, bunları görmemek için gözlerini kapamaktan usanmış idi.
Onlar çarşıya çıktıkça kıymettar bir mücevheri, ağır bir kumaşı kabalıkla itham ederek ellerinin sert bir hareketiyle iterlerdi. Evet, iterlerdi fakat Bihter’in kalbinde bir şey kopardı. İşte şimdi hayal mahşerinin güzellikler tufanı gözlerini doldururken bütün çarşılarda camekânların önünde annesiyle, kardeşiyle uzun uzun duraklamalarını hatırlıyordu. Hemen her geçişlerinde şurada burada dururlar; şaşkın bir sükût ile birbirlerine göstermeyerek, karşılıklı konuşmayarak bunlarla kendilerine bir göz ziyafeti çekerlerdi.
Bihter şu gerdanlığı boynuna takar, öteden bir pırlanta bileziği koluna geçirir, bir minimini serçenin gagasında nohut kadar incisiyle saçlarının arasında mevkisini tayin eder, beş dakikalık bir kendinden geçme içinde böyle hayalinde süslenir, sonra buradan ayrılırken kolunda şıngırdayan gümüş halkaları, ince altın zinciri koparıp atmak isterdi.
Bugün bunların hepsinin gerçekleşebileceğini düşünürken hayatının fakirliği daha netlik ve açıklık ile beliriyor, sanki bu hülya ona hayatının mahrumiyetlerini daha sıhhat ve sadakatle gösteriyordu. Bugünün hakikatini, hülyasının tantanasına alışan gözleriyle seyrediyordu.
Üstündeki elbiselerden, etrafındaki eşyadan fakir bir şikâyet yayılarak onu bunaltıcı bir hava içinde kucaklıyordu. O eskilikleri saklanmak için üzerlerine işlenmiş şeyler atılan sandalyeleri, çatlamış eski ceviz dolapla yaldızları silinmiş demir yataklığı, pencerelerden usanmış ve hastalıklı bir köhne eda ile sarkan perdeleri, artık hoş göstermek için maharetin yeterli olmadığı bu şeyleri, uzak bir fakirlik âleminin bir daha görülmemek üzere terk olunan yadigârları kabîlinden görüyordu. Sonra birden, bu âlemin yanında terütaze, yaldızlı, debdebeli bir konağın koridorları, odaları açılarak ziyalar içinde kaynıyordu.
Bunların içine kendisince beğenilip de alınamamış şeyleri atacaktı. Hep birer birer hatırladığı heykellerden, küplerden, resimlerden, saksılardan, o bin türlü şeylerden yığacak; duvarları, hücreleri, doymak bilmeyen bir heves bolluğuyla örtecekti. Demek, Adnan Bey’le izdivaç bütün bu şeyleri yapabilmekti. İşte yemin ediyordu ki onu, ne annesi ne kardeşi, dünyada hiçbir kimse bu hülyalarına kavuşmaktan menedemeyecek…
Kapısına vuruldu. Katina’nın sesi haber verdi:
“Sofra hazır!..”
Bihter odasından çıkınca Katina’nın genç, şakrak çehresinde bir tebessümün sevinçle dolu ifadesini fark etti. “Ne gülüyorsun?” dedi.
Katina: “Oh! Ben anlamadım mı? Bilseniz küçük hanımcığım, nasıl seviniyorum!..”
Sonra ufak ufak, parlak, siyah gözleriyle Bihter’i süzerek: “Beni beraber götürürsünüz, değil mi?”
Bihter cevap vermedi, bu genç kızın ağzında şu vakanın bir sevinç sebebi olarak tekrar edilmesinden kalbine bir fazla kuvvet geldi. Bu izdivacın, hariçte hasıl olacak tesirlerine şu saf sözler metin bir delil hükmünü almış idi.
Sofrada Adnan Bey’den bahsolunmamak için Firdevs Hanım her şeyden bahsediyor ve bu bahislere gözlerini tabağının içinden ayırmayarak somurtan Bihter’i karıştırmak, güya onunla aleni bir kavganın önünü alacak bir barışıklık tesis etmek istiyordu. Kalender’de görülen kıyafetlerden, Yeniköy’e doğru geçen bir arabanın demir kırı hayvanlarından, muzika çalınırken bastonunu sallayarak ıslıkla tempo tutan, ceketinin yan cebinden kırmızı ipek mendili taşmış bir beyden bahsetti. Bihter annesinin bu gevezelikten maksadını anlıyordu. Birinci defa olarak validesiyle mühim, ciddi bir cenk yapmak lazım geleceğini hissetti.
Birden gözlerini cezbeden bir kuvvetle başını kaldırdı, eniştesiyle bakıştılar. Bu adamla aralarında büsbütün silinemeyen bir yabancılık kalmış, onları iki kardeş hükmüne getirecek olan samimi bir münasebeti meneden irade haricindeki bir korku, Bihter’i kız kardeşinin kocasından uzak tutmuş idi. Bu uzaklıkta cismani bir nefrete benzer bir şey de vardı. Ara sıra onun kendisiyle göz göze gelmesinden, mesirelerde yabancıların ısrarlı bakışlarına karşı titremeyen nazarı, ufak bir eza titreyişiyle ayrılmaya lüzum görürdü. Bu gece gözleri tesadüf edince Bihter nazarını çevirmedi; eniştesine ısrarlı ve onunla bir ittifak anlaşması akdeden derin bir mana ile baktı. Onun gözlerinde kendisine itaat eden bir nazar, bir teslimiyet gördü; böyle, yalnız gözlerinin sade bir bakışıyla aralarında bir ittifakın imzası teati edilmiş oldu.
Nihat Bey, bir aralık ufak bir sohbet arasından istifade ederek Firdevs Hanım’a sordu:
“Adnan Bey meselesine ehemmiyet vermediniz?”
Firdevs Hanım evvela işitmemiş gibi “Katina!” dedi. “Sürahiyi alıversene…” Sonra damadına baktı. “Ehemmiyet verilecek bir şey değil ki. Evvela yaşlarda bir nispet yok, ondan sonra çocuklar…”
Firdevs Hanım söylerken Peyker kocasını devamdan meneden bir gazap nazarıyla bakıyordu. Yemek ağır bir sükût ile bitti.
Firdevs Hanım’ın âdetiydi; sıcak gecelerde, yemekten sonra şehnişine çıkar ve burada uzun sandalyesine yatarak denizin bitmez tükenmez mırıltılarını dinlerdi.
Nihat Bey iki günden beri kuşakları çözülmemiş gazetelerini açıyor; Peyker bahsi arzu edilmeyen zeminlere sevk etmek çekincesiyle sükûtu tercih ederek sarı kalpaklı lambanın altında bir koltuğa gömülmüş, gözleri yarı kapalı, düşünüyordu. Bihter biraz dolaştı, bir şey bahane ederek bir aralık odasına gitmek için kayboldu, sonra yine geldi, bu gece onda bir duramamazlık vardı.
Aklına gelen şeyi tehir ve daha münasip bir zamana erteleme imkânını bırakmayan bir tez canlılıkla, yapılması icap eden şeyleri hemen yapmak onun için bir ihtiyaç idi. Şehnişinin açık kapısından taze, ferahlık veren bir hava tül perdeleri şişirerek içeriye giriyordu. Perdeler açıldıkça uzaktan annesinin beyaz bir gölge müphemliğiyle sandalyeye uzanmış heyetini görüyor, hemen oraya gitmemek için şehnişinden gözlerini çeviriyordu. Ortada, masanın üstünde eski dergileri karıştırmak, resimleri seyretmek istedi fakat bunları bir karartı içinde görüyor, zihninde art arda darbelerle vuran bir ses, ona “Ne için şimdi değil de sonra? Eğer bu gece meseleye bir karar verilemeyecek olursa sabaha kadar uyuyamayacaksın.” diyordu. Annesiyle görüşmekten gittikçe artan bir korku artık kalbine ufak çarpıntılar vermeye başlamış idi. Pek iyi biliyordu ki bu gece şimdiye kadar aralarında söylenmekten çekinilmiş ağır şeyler söylenecekti. Birden kendi kendisine bu derece korkak olduğundan kızdı ve Pey-ker gözlerini kapamış uyuklarken eniştesinin yüzüne bir duvar çeken gazetesinin önünden geçti; sofanın ta öbür ucuna, şehnişine kadar hafif adımlarla yürüdü; başını kapının tül perdelerinin arasından soktu; “Size refakate geliyorum anne!” dedi.
Hafif bir rüzgâr önlerinden denizi okşayarak koyu siyah kütleleri koyu karanlık sularında çalkalanan sandalların, gemilerin uzayan gölgelerini kırık ve bezgin hamlelerle sahile kadar uzatmaya çalışıyordu.
Bihter annesinin yanına, açılır kapanır küçük iskemleye oturdu; hâlinde bir sokulganlık, annesinin dizinden ayrılmayan çocuklara mahsus bir şey vardı, yavaşça kolunu annesinin dizine koydu, üstünde iri siyah bir yığın şeklinde duran saçlarıyla başını kolunun üzerine dayadı; gözleri, bu karanlık gecede sönük sönük,