Küçük Prenses. Фрэнсис Элиза Ходжсон Бёрнетт
ambalar yakıldığı ve dükkân vitrinlerinin gaz lambalarıyla aydınlatıldığı karanlık bir kış günü, tuhaf görünüşlü küçük bir kız çocuğu, oldukça yavaş giden bir arabada babasıyla birlikte oturuyordu.
Kız iri gözlerindeki garip, ciddi bir ifadeyle pencereden dışarı bakıp, gelip geçen insanları izlerken bacaklarını altına toplamış ve kendisini kollarıyla saran babasına yaslanmıştı.
O kadar küçük bir kızdı ki, yüzünde böyle bir ifadeyi görenler şaşırıp kalırdı. On iki yaşındaki bir çocuk için bile fazlasıyla olgun sayılabilecek bir ifadeydi bu, hâlbuki Sara Crewe yalnızca yedi yaşındaydı. Aslında daima hayal kurup tuhaf şeyler düşünüyordu; yüzündeki ifadenin nedeni buydu. Yetişkinlerin hayatı ve ait oldukları dünya hakkında düşünmediği tek bir an bile yok gibiydi. Uzun, çok uzun yıllar yaşamış, görmüş geçirmiş biri gibi hissediyordu kendisini.
Tam şu anda, babası Yüzbaşı Crewe ile Bombay’dan henüz geldiği seyahati düşünüyordu: Büyük gemiyi, üzerinde sessizce oradan oraya dolaşan Hintli gemicileri, sıcak güvertede oynayan çocukları ve onu konuşturmaya çalışan, söylediği şeylere gülen genç subay eşlerini…
Aslında, Hindistan’ın yakıcı güneşinin altındayken kendisini birden önce okyanusun ortasında, ardından gündüzün gece kadar karanlık olduğu acayip sokaklardan geçen garip bir arabanın içinde buluvermenin ne kadar tuhaf bir şey olduğunu düşünüyordu. Bu, kafasını o kadar karıştırmıştı ki babasına iyice sokuldu.
“Babacığım!” dedi neredeyse fısıltı gibi çıkan kısık, gizemli ses. “Babacığım!”
“Efendim, hayatım?” diye sordu Yüzbaşı Crewe, onu iyice kendine çekip yüzüne bakarak. “Sara neler düşünüyormuş bakalım?”
“Burası o yer mi?” diye fısıldadı Sara, hâlâ ona sımsıkı sarılarak. “O yer mi?”
“Evet, Saracık, burası o yer. Sonunda vardık.”
Sara, yalnızca yedi yaşında olmasına rağmen, babasının bunu söylerken hüzünlendiğini hissetti.
Babasının onu, kendi deyişiyle “o yer”e alıştırmaya başladığı günün üstünden sanki yıllar geçmişti. Annesi o doğarken ölmüştü. Dolayısıyla onu ne tanımış ne de ona özlem duymuştu. Genç, yakışıklı, zengin ve şefkat dolu babası dünyadaki tek yakını gibi görünüyordu. Daima birlikte oyunlar oynuyorlardı ve birbirlerini çok seviyorlardı. Babasının zengin olduğunu biliyordu; kendilerini dinlemediğini düşünen insanlar onun yanında konuşurlarken duymuştu; ayrıca büyüyünce kendisinin de zengin olacağını işitmişti. Zengin olmanın ne demek olduğunu bile bilmiyordu. Kendisini bildi bileli güzel, müstakil bir evde yaşıyordu ve etrafında onu selamlayan, ona “Bayan Sahip!” diye seslenen, bir dediğini iki etmeyen hizmetkârlar görmeye alışkındı. Oyuncakları, evcil hayvanları ve ona tapan Hintli bir bakıcısı vardı; zengin insanların tüm bunlara sahip olduğunu zamanla öğrenmişti. Zenginlik konusunda tüm bildiği işte bu kadardı.
Kısacık hayatında canını tek bir şey sıkmıştı; o da bir gün “o yer”e götürülecek olmasıydı. Hindistan’ın iklimi çocuklar için hiç uygun değildi, oradan mümkün olduğunca erken uzaklaştırılıyorlar, genellikle de İngiltere’ye okula gönderiliyorlardı. Başka çocukların da böyle gönderildiğine şahit olmuş, anne ve babalarının onlardan gelen mektuplar hakkında konuştuklarını duymuştu. Bir gün kendisinin de oraya gitmek zorunda kalacağını biliyor ve -bazen yapacakları seyahat ve gidecekleri yeni ülke hakkında anlattıkları ilgisini çekse de- babasının kendisi ile kalamayacak olmasını düşünmek keyfini kaçırıyordu.
“O yere benimle gelemez misin babacığım?” diye soruyordu beş yaşındayken. “Sen de okula gelsen olmaz mı? Sana derslerinde yardımcı olurdum.”
“Ama orada çok uzun süre kalmayacaksın ki Saracık.” diye cevaplıyordu babası her seferinde. “Başka bir sürü küçük kızın olduğu güzel bir eve gidecek, onlarla oyunlar oynayacaksın; ben de sana bir dünya kitap göndereceğim ve o kadar hızlı büyüyeceksin ki, yetişkin ve akıllı bir kız olarak babana bakmak için geri döndüğünde sana aradan sanki bir yıl geçmiş gibi gelecek.”
Bunu düşünmek Sara’nın hoşuna gidiyordu. Babası için eve göz kulak olmak, onunla ata binmek, o yemek daveti verdiğinde masanın başında oturmak, onunla konuşmak ve kitaplarını okumak… Dünyada en çok istediği şeyler bunlardı ve bunları elde etmek için İngiltere’deki “o yer”e gitmesi gerekiyorsa bunu yapmaya kararlı olmalıydı. Diğer küçük kızlar umurunda bile değildi; ama bolca kitabı olursa kendini oyalayabilirdi. Kitapları her şeyden daha çok seviyordu ve aslında kendisi de güzel şeyler hakkında hikâyeler uydurup bunları kendi kendine anlatırdı. Bunları bazen babasına da anlatırdı. Anlattıklarını babası da en az kendisi kadar severdi.
“Pekâlâ, babacığım!” dedi yumuşak bir sesle. “Mademki geldik, o hâlde tevekkül edeceğiz.”
Babası onun bu eski tarz ifadesi üzerine bir kahkaha patlattı ve onu öptü. Aslında kendisi tam olarak tevekkül etmiş değildi ama bu duygularını saklaması gerektiğini biliyordu. Türlü gariplikler yapan küçük kızı Sara onun için harika bir can yoldaşıydı; Hindistan’a dönüp evine girdiğinde onu karşılayacak beyaz elbiseli ufaklığı göremeyince kendisini çok yalnız hissedeceğini biliyordu. Araba gidecekleri evin bulunduğu büyük, kasvetli meydanı dönerken bu düşüncelerle onu sımsıkı kucakladı.
Aynı sıradaki diğer evler gibi büyük, kasvetli, kâgir bir yapıydı fakat bunun ön kapısında parlak, pirinç bir tabela vardı. Üzerinde siyah harflerle şu yazılıydı:
“İşte geldik, Sara.” dedi Yüzbaşı Crewe, mümkün olduğunca neşeli bir sesle. Sonra onu arabadan indirdi ve birlikte merdivenleri çıkıp zile bastılar. Sara sonraları, evin de bir şekilde Bayan Minchin’e benzediğini düşünecekti sık sık. Ev saygın ve güzel döşenmişti fakat içindeki her şey çok çirkindi; hep aynı biçimdeki koltukların içinde sert kemikler vardı sanki. Salondaki her şey sert ve cilalıydı; köşedeki saatin üstündeki ayın kırmızı yanaklarında bile sert bir ifade vardı. İçeri alındıkları misafir odasının zemini, kare desenli bir halıyla kaplıydı; sandalyeler köşeliydi; hantal, mermer şömine rafının üstünde hantal, mermer bir saat duruyordu.
Sara sert maun sandalyelerden birine oturup etrafa hızlıca bir göz gezdirdi.
“Burası hiç hoşuma gitmedi babacığım.” dedi. “Ama eminim askerlerin -hatta en cesurlarının bile- savaşa gitmek HOŞLARINA GİTMİYORDUR.”
Yüzbaşı Crewe bir kahkaha patlattı. Genç, neşe dolu bir adamdı ve asla Sara’nın ilginç laflarından sıkılmazdı.
“Ah, Saracık!” dedi. “Yanımda bana böyle ağırbaşlı laflar edecek biri olmayınca ben ne yapacağım? Kimse senin kadar ağırbaşlı değil.”
“Ama neden ağırbaşlı laflar seni böyle güldürüyor ki?” diye sordu Sara.
“Çünkü böyle laflar ederken çok tatlı oluyorsun.” diye cevapladı babası daha da çok gülerek. Sonra birden gülmeyi bırakıp neredeyse gözlerinden yaşlar gelecekmiş gibi bakarak onu kollarının arasına aldı ve yanağına kocaman bir öpücük kondurdu.
Tam o esnada Bayan Minchin odaya girdi. Aynı evi gibi görünüyor! diye düşündü Sara; uzun boylu, kasvetli, saygın ve çirkin. Kadının iri, soğuk, balık gibi bakan gözleri ve geniş, soğuk, balık gibi bir gülümsemesi vardı. Sara ve Yüzbaşı Crewe’u görünce gülümsemesi kulaklarına kadar yayıldı. Onun okulunu yüzbaşıya tavsiye eden kadından, bu genç asker hakkında birçok güzel şey işitmişti. Her şey bir yana, küçük kızı için yüklü miktarda para harcamaya hazır olan zengin bir baba olduğunu da duymuştu.
“Böylesine güzel ve gelecek vadeden bir çocuğun mesuliyetini yüklenmek büyük bir ayrıcalık Yüzbaşı Crewe.” dedi, Sara’nın elini tutup okşarken. “Leydi Meredith kızınızın sıra dışı zekâsından bahsetmişti. Zeki bir çocuk benimki gibi bir kurum için mükemmel bir hazine.”
Sara, gözlerini Bayan Minchin’in yüzüne sabitleyip sessizce durdu. Aklından her zamanki gibi tuhaf şeyler geçiyordu.
Neden benim güzel bir çocuk olduğumu söyledi? diye düşünüyordu. Hiç güzel değilim ki. Mesela Albay Grange’in küçük kızı Isobel güzel. Gamzeleri, gül gibi pembe yanakları ve altın