Erewhon’a İkinci Ziyaret. Samuel Butler
kitabını okuyanlar, Chowbok’un, ustasının yanına döndükten sonra olayı farklı bir şekilde anlattığını hatırlayacaktır; ama zaman ve mesafe, yalanı güvenilir bir doğru hâline getirebilecek bir örtü olabiliyor.
Babamın, hikâyesini doğrulaması için annemi neden çağırmadığını hiç anlamadım. Ben hiçbir şey bilemeyecek kadar küçükken yapabilirdi bunu. Ama işte insanlar kararlarını verdiklerinde daha fazla kanıta ihtiyaç duymuyorlar; üstelik annemin de çok çekingen bir yaradılışı vardı. İtalyanlar şöyle der: “Chilontanovaammogliare Sarà ingannato, o vorrà ingannare.” (“Eğer bir adam, bir kadın üzerinden iş çevirmeye kalkışıyorsa ya kandırmak amacındadır ya da kandırılır.”) Bu söz kadınlar için olduğu kadar erkekler için de geçerlidir ve annem çevresinden hiçbir zaman çok memnun değildi. Bilerek kandırıldığı söylenemezdi ama İngiliz düşünce tarzına alışamadı; aslında dilimizi bile tam olarak öğrenemedi; babam da ben de onunla Erewhon dilinde konuşurduk. Çünkü küçükken bana da öğretmişti; babamın dilinde olduğu kadar onun dilinde de akıcı bir şekilde konuşabiliyordum. Bu nedenle annem kendimi her yerde bir Erewhon’lu gibi gösterebileceğimi söylerdi. Ayrıca fiziki görünüş olarak da ona benziyordum; tamamen babamın zıttı olmasam da anneme daha çok çekmiştim. Ama düşünce olarak daha çok babama benzediğimi söyleyebilirim.
Ayrıca okuyucuya 1871 yılının Eylül ayında doğduğum bilgisini de vereyim. Bana büyükbabamın ismi olan John adı verildi. Yukarıda yazdıklarımdan, önceki deneyimlerimin biraz kötü olduğu düşünülebilir. Londra’nın dar bir sokağından geçerken çocukluk hatıralarım gözümün önüne geliyor ve bu hatıraları saran hastalıklı kokuyu alabiliyorum; yarı parafin, yarı kuş üzümü kokusu ama tamamıyla farklı bir koku.
Drury Lane’in uzağında Blackmoor Sokağı’nda yaşadığımızı hayal meyal hatırlıyorum. Babam hatırladığıma göre beni ve annemi kaldırıma renkli tebeşirlerle resimler çizerek geçindirirdi; bazen onu izler ve sisi, ateşi, seli ne kadar iyi çizdiğine şaşırırdım.
Yapması ve sahip olması kolay olduğu için bu üç şeyin onun en iyi arakadaşı olduğunu söylerdi. Güvercinin gemiye dönüşü en sevdiği temaydı. Hiçbir şeyin, o kadar sisli bir sabahta o kadar küçük bir gemi ve o kadar küçük bir güvercin resmine (Resmin geri kalanı basit bir gökyüzü ve daha da basit bir deniz vardı.) kıyasla müşterileri arasında bundan daha popüler olmadığını söylediğini duyardım. Bunu kendisinin şaheseri olarak görürdü ama onları bu kadar ölmeye yüz tutmuş bir modadan yarattığı için kenidini halka mal olmuş biri olarak gördüğünü saflıkla eklerdi. “Hiç kimse ulusa böyle eserler miras bırakamaz.” derdi.
Babamın mesleğinden ne kadar kazandığını hiç öğrenemedim ama büyük miktarda bir şey olmalıydı, çünkü her zaman yeterince yiyecek ve içeceğimiz olurdu; kendisinden daha azimli birçok ressamdan daha iyi olduğunu düşünüyorum.
Onun hakkında hiçbir şey bilmediğim bütün o zaman boyunca çok ılımlıydı; gençliğinde kendisini enkaza çeviren o sinir nöbetlerine de hiç şahit olmadım.
Akşamları ve kaldırımların durumu çalışmasına müsait olmadığı günlerde, benim eğitimimle çok ilgilenirdi ve kendisi daha öğrenciyken ülkenin önde gelen devlet okullarından birinde kayda değer bir başarı elde etmiş olduğundan bunu çok da iyi yapardı. Bana göre sabırlı ve nazik bir öğretmen; annem içinse örnek bir kocaydı. Başkaları hakkında ne derse desin onu sevgisiz bir insan olarak düşünemiyorum.
İşler, ben on dört yaşına geldiğimde babam beklenmedik bir şansla birden zengin olana kadar yeterince sakindi. Babamın amcalarından biri 1851’de Avusturalya’ya göç etmiş ve büyük bir servet yapmıştı.
Bu amcanın varlığından haberimiz vardı ama babamla aralarında hiçbir iletişim olmadığından onun bekâr ve zengin olduğunu bile bilmiyorduk. 1885’in sonuna doğru vasiyet bırakmadan öldü. Kız kardeşleri erken yaşta öldüğünden ve çocuğu olmadığından babam onun hayatta kalan tek akrabasıydı.
Bize haberi ulaştıran avukat, bereket versin ki oldukça dürüst, aynı zamanda mantıklı ve nazik bir adamdı. 15 Clifford Adalet Konağından Bay Alfred Emery Cathie diye biriydi ve babam çekinmeden kendisini ona emanet etti. Bir anda birinci sınıf okullardan birine başladım ve babamın da eğitimim için gösterdiği emek ve gayretlerle normalde olmam gerekenden daha üst sınıflara yükseldim.
Onun öğretimim için benimsediği tarz, ders çalışmaya karşı herhangi bir hoşnutsuzluk beslememi engelliyordu; bu yüzden sağlıklı gelişimimin bir parçası olan oyunlardan geri kalmadan kitaplarımla da oldukça ilgili oldum.
Benim için, öğretmenlerim ve okul arkadaşlarım bakımından her şey yolundaydı; ancak çok endişeli ve hayalperest olduğum düşünülüyordu. Okul doktoru, beni çok fazla zorlamamaları için müdürleri birden fazla kez uyardı; ki bunun için kendimi ona borçlu hissediyorum.
1890’un başlarında -önceki yıl girdiğim- Oxford’dan eve geldiğimde annem öldü; ama tamamıyla hastalığından dolayı değil; bir çeşit memleket özleminden. Kendini her zaman sürgünde hissederdi. Babamın sıkıntılı zamanlarında iyi dayanmış olsa da zenginlik onun üzerindeki bazı yükleri kaldırınca hastalanmaya başladı.
Babam, kendisini, hiçbir zaman annemin hayatını kendisiyle çok şey paylaşmasını isteyerek mahvettiği hissinden kurtaramadı; yani babamın sadece annemi kaybettiği için üzgün olduğunu söylemek yetersiz olur. Ta evliliklerinin ilk yılından beri bu sıkıntıyı taşıyordu; onun ölümünden sonra kendisini anneme yaptıklarından dolayı haksız yere suçlamaya başladı; ki bu bana çok adaletsiz geliyordu çünkü bu ne annemin ne de kendisinin suçu değildi; bu kaderdi…
Bu rahatsızlık, babamın, annemle bir daha hiç olmadıkları kadar mutlu oldukları o ülkeyi tekrar ziyaret etmek için yanıp tutuşmasına neden oldu.
Ölüm onları ayırdığında babamın mekân değişikliğine ihtiyaç duyduğu o kadar açıktı ki başta onun bu girişimini delilik olarak görerek onu bundan vazgeçirmeye çalışan arkadaşları bile sonradan bu isteğini gerçekleştirmesine izin vermenin en iyisi olacağını düşünmeye başladılar.
Onu ne kadar vazgeçirmeye çalıştılarsa da bu pek bir işe yaramadı, çünkü çok geçmeden bu gezi için duyduğu tutku o kadar arttı ki hapse ya da tımarhaneye atılmak bile onu gitmekten alıkoyamayacak gibiydi. Paskalya tatili için eve döndüğümde Bay Cathie bana “Gitmesi ve bunun üstesinden gelmesi daha iyi olur. İyi değil ama hâlâ hayatının en verimli döneminde; şüphesiz ki yenilenmiş bir şekilde geri dönecek ve sakin hayatına devam edecek.” dedi.
Ancak bu konu, babamın yola çıkmasına birkaç gün kalana kadar konuşulmadı. Babam yeni bir vasiyet hazırladı ve bana ihtiyaç duyacağım kadar para sağlayacak olan Bay Cathie’ye -ya da ona her zaman seslendiğimiz ismiyle Alfred’e- kapsamlı bir vekâletname bıraktı; geri dönememe durumu olursa diye her ihtimale karşı her şeyi düzene soktu ve 1 Ocak 1890’da, onu o zamana kadar gördüğümden çok daha mutlu ve sakin bir hâlde yola koyuldu.
Babam Erewhon’da tanınırsa ortaya çıkacak tehlikenin büyüklüğünü idrak edemiyordum. Çünkü utanarak söylüyorum ki kitabını henüz okumamıştım. Annemle balonda havalanışlarını defalarca dinlemiştim ve uzun zaman önce yazdıklarının ilk bölümlerini okumuştum, ama doğal olarak küçük bir çocuktan bekleneceği gibi sonraki sayfaları biraz sıkıcı bulup okumayı bırakmıştım.
Aslında, babam yazdığı için sonradan pişmanlık duyduğu bazı kısımlar -ki bunlar özellikle ilginç bulduğum yerler olan ilk bölümlerdi- olduğunu söyleyerek beni tekrar tekrar okumamam için uyardı. “Ama işte!” dedi gülerek. “Ne önemi var ki?”
Ben