Acı Gülüş. Hüseyin Rahmi Gürpınar
gibi ateşli nağmeler salıverdikten sonra midesindeki ispirto yangınını söndürmek yanıklığı ile ağzını musluğa verenler, abdest bozmak için pantolonu çözerek yarı kapalı gözleriyle araştırıp da bir yer beğenmeyerek nihayet sokağın ortasını sulayanlar, ezan sesi duyunca ellerini kaldırıp ibadet eder gibi başlarını eğerek kelimeişehadet getirenler, ortalarda olmayan bir düşmana atıp tutanlar, boyuna sövüp sayanlar, vakit vakit durup birbirine sarılarak dostluklarını kuvvetlendirmeye uğraşanlar ve daha birçok sarhoşluk faturasının çeşitleri sokaklarda geçit resmi yapıyor.
Yağlıkçı Hasan Efendi, pek ehemmiyetli saydığı bir işi gözlemek için o akşam mahalle camisinde cemaatle namaz kılmayı bırakarak, Çiçekbostanı semtindeki evinin köşe penceresinde bir gözetleme yeri almış bekliyordu.
Karşıki eve bozuk kadınlar taşınmış, her akşam içeriye adam alıyorlardı. Evde erkek olarak kır sakallı, kırk beşlik ellilik bir adam vardı. Bu herifin elinden tespih düşmüyor, girip çıkarken dua ile her vakit dudakları kımıldıyor, çok defa onu camide ön safta görüyorlardı. Hasan Efendi bir zaman bu gösterişten olan ibadet hâline aldandı. Fakat evdeki genç kadınların çoğalmalarını ve sık sık değişmelerini, hele süs ve tuvaletlerini, açık saçıklıklarını, her gün araba ile yaya sokağa taşınmalarını, hangi semtten geldiği belli olmayan bir bakkal çırağının içi bira ve buna benzer içki şişeleriyle dolu, omuzunda getirdiği bir tahta sandıkla içecek ve yiyecek taşımasını, efendinin o Müslümanca tavrıyla bir türlü uyuşturamadı. Daha tuhafı sık sık gelen misafirler hep erkek, genç ve hovarda takımındandı. Misafirlikleri zamanı da her vakit geceye rastlıyordu. Bazı akşamlar evin arkasında, bahçe üzerindeki geniş odasında ut, keman ve ezgili kadın sesleriyle karışık ince bir ahenk işitiliyordu.
Bu tespihli herif doğru görünmeye uğraşan, Allah saklasın, bir münafık mıydı? Yoksa aile halkına söz geçirebilmekten aciz zavallı bir ibadet düşkünü müydü? Hasan Efendi bu iki nokta arasında uzun tereddütler geçirmekte iken bir akşam kapıyı çalan birkaç hovardayı eve almak istemezler. Herifler: “Silsilesini bellediğimin fahişesi aç kapıyı…” naralarıyla mahalleyi çınlatmaya başlarlar.
Mahalleli üşüşür. Sataşanlar kaçarlar. Tespihli adam uzun sakalından aşağı yanıp yakılma yaşları dökerek sokağa çıkar. Ne belaya uğradığını bilemediğini yana yakıla anlatır. İki elini gökyüzüne kaldırarak saldıranları Allah’a, o gerçek intikam alıcıya havale ettiğini söyler. Aile fertlerinden işi anlamak için içeri girer. Biraz sonra tekrar çıkarak olup biteni yine gözyaşlarıyla şöyle anlatır:
“Bugün bizim evin kapısını çocukların tanımadıkları üç genç kadın çalarak içeri girmişler. Sıkışmaları üzerine geldiklerini, bu taraflarda hiç tanıdıkları bulunmadığı için rastgele bir kapı çaldıklarını, bu ihtiyacın herkesin başına gelebilecek bir hâl olduğunu, onun için reddedilmemelerini insanlık namına rica etmişler. Bizimkiler de tabii nazik davranarak kadınlara aradıkları yeri göstermişler. Hatta su, kahve filan da ikram etmişler. Bir hayli zaman oturup görüşmüşler. Bu kadınların bizim eve girmelerindeki maksatları, söyledikleri yolda bir ihtiyaç üzerine değil, peşlerine takılan bir iki edepsiz herifin arkalarından gelmelerinden kurtulmak için olduğu şimdi anlaşılıyor; çapkınlar bizim evi o kadınların oturdukları yer zannederek bu rezalette bulundular…”
Bu anlatılana mahallelinin aklı pek yatmamakla beraber o gece ses çıkarılmaz. Yalnız imam ve muhtarlardan bu kiracıların hangi mahalleden oraya taşındıkları, kefilleri olup olmadığı ve kim olduklarını anlamaya yarayacak bazı şeyler hakkında tahkikat yapılır. Bir dereceye kadar şüpheleri yatıştıracak cevaplar alınır.
Fakat iki gece sonra evin şangır şungur camları indirilir. Mahallenin huzurunu bozan bu tespihli efendinin evden çıkarılması için ahali gıcırtıya başlar. Lakin imamla muhtarın biri mesuliyeti üzerlerine alarak tespihli hakkında “iyidir” diye şahitlikte bulunurlar, mahalleliyi yatıştırırlar.
Yağlıkçı Hasan Efendi, bir gün çarşıdaki dükkânında oturmakta iken tanıdığı müşterilerinden alafranga mizaçlı ve gayet şık, apiko bir genç gelir. Ufak tefek bir iki alışverişten ve hoşbeşten sonra der ki:
“Sizin ev Çiçekbostanı tarafında, filan sokakta değil mi?”
“Evet.”
“Yakında orayı ziyarete geleceğim.”
“Bize mi? Buyurun. Memnun olurum.”
“Size değil canım. Size gelip ne yapacağım? Karşınızdaki eve… Karşınızdaki…”
“Onlar tanıdık mı? Yoksa akraba mı?”
“Gayriresmî akraba… Canciğer…”
“Akrabanın gayriresmîsi olduğunu bilmiyordum.”
“Sersemliğin lüzumu yok Hasan Efendi. Ben seni gözü açık bir şey zannederdim. Meşhur Uncu Ahmet sizin evin karşısına taşınmış. İşletip duruyor. Her gece ahenk, dernek, kıyamet… Uyuyor musunuz yahu?”
Hasan Efendi fena hâlde bozularak: “Ha şimdi anladım. Şu tespihli pezevengi söylüyorsun.”
“İşte onu ya… Herif tespihiyle galiba bir mahalle halkını efsunlayıp uyutuyor.”
“Uyumuyorum beyefendi, hepsinin farkındayım. Ev taşlanıyor, önünde naralar atılıyor. Genç kadın sergisi varmış gibi içerisi yosmalarla dolu… Sandık sandık içkiler geliyor. Ut, keman, şarkı gırla… Kârına kesat, senin gibi zampara beyler geceleri evi hiç boş bırakmıyorlar. Bu kadar işler olduğu hâlde mahalleli hâlâ şüphede… Mahallenin bir iki sözü geçer kimsesi deyyusu tutuyor. Fakat ilk işim o olsun. Bu akşam semte gidince emniyet edebileceğim kimselere hakikati anlatayım. Gizli tertibatta bulunalım. Evi bir âlâ bastırtayım.”
“Adam nene lazım!”
“Bu gibi rezalete karşı nene lazım olur mu?”
“Eski kafasın Hasan Efendi eski… Her gece ahenk dinle, eğlen. Pek o kadar ihtiyar da değilsin, ustalıkla içli dışlı olabilirsen, mahalleli olduğun için korkularından seni her vakit bedava içeri alırlar, kim bilir ne kadar ağırlanırsın, ikram da görürsün. Hiç böyle bir nimet kaçırılır mı? Canına yandığım, bizim mahalleye böyle avlar düşmüyor ki faydalanalım. Bu dünya aksinedir. Böyle talihler gelir de senin gibi kadirbilmezlerin ayaklarına dolaşır.”
“Haydi beyim haydi işine… Ben eski kafayım. Bu yaştan sonra Allah beğendiğin yeniliklerle şeytana uydurmasın.”
“Medeni bir memleket için bu gibi evlerin de lüzumu vardır.”
“Lüzumu varsa Beyoğlu’nda çok… Belediyelerin kontrolü altında doktorlu, patentli, imtiyazlı böyle ticaret evlerinin kıtlığı mı var? Oraları teşrif ediniz, İstanbul’da bu gibi evlerin çoğalması ile olacak medeniyete Allah beni eriştirmesin. Biz, abani sarıklı Türkler hep ölelim, sonra siz medeniyeti istediğiniz gibi anlayınız. Çoluğumla çocuğumla oturduğum evimin karşısında böyle rezaleti, namussuzluğu caiz görerek seyredemem.”
“Kuzum Hasan Efendi, orada bir eğlenti yapmak üzere önümüzdeki perşembe için sözleştik. O güne kadar dişini sık. Dostluk namına senden böyle bir ricada bulunamaz mıyım? Ya ben orada iken böyle bir skandal olursa bana acımaz mısın?”
“Sandal vapur değil ya, içeride babam olsa yine bastırtacağım.”
“Que faire? Il est la bétise même…” (Ne yapmalı, herif aptalın ta kendisi!..)
“Tanrı’ma bin hamdüsenalar olsun, Fransızca anlamam.”
“Eh öyle ise adiyö…”
“Adiyöden