İnsanlar Maymun muydu?. Hüseyin Rahmi Gürpınar
Buharî ile Ruşen Zamir veyahut asıl adıyla Hayrullah Efendi, bu iki yobaz eskisi ilk görüşmelerinden sonra pek kaynaşarak, âdeta canciğer olmuşlardı.
Enis Buharî haftada birkaç defa Unkapanı’na bu yeni dostunu ziyarete geliyor, kahvede gürül gürül konuşurlarken arada bir etrafa göz gezdirerek ağızdan kulağa fısıldaşıyorlardı. Aralarında gizli olduğu kadar ehemmiyetli bir iş başlıyordu. Ama nedir?
Artık lakırtılarına karışmayan Ali Hulki Bey, biraz uzaktan bu hâli seyrediyor, bu fiskostan şüphelenerek iki yobazın arasında dönen sırrı anlamak merakından kendini alamıyordu.
Uzun uzadıya kulak misafirliğiyle tecessüslerde bulunarak sonunda bu sırra erdi, insanları kandırarak ortaya attığı maymunluk günahından dolayı Feylesof Mualla Efendi’yi şeytana benzeterek recme karar vermişlerdi. Bir tasımına getirip, onu bir yerde taşlayacaklardı. Böyle bir kâfirliği işitip de ona karşı hareketsiz kalmayı büyük bir günah saydıklarından bunu yaparak paylarına düşen vazifeyi yerine getirmiş olacaklardı. Ali Hulki Bey için hakikati işitmiş olmakla iş bitmiyor, bunu gidip feylesofa haber vermek lazım geliyordu. Mualla’nın semtini, evini araştırdı. Sofular’da Soğanağa Sokağı’na gitti. Büyük bahçeli evi buldu. Issız mahalleler, sessiz sokaklar… Yarı mezarlık bir şehir parçası…
Bağrı yanık İstanbul’un harap bir semti… Fatih’e doğru uzanan yamacı, karışık mesafelerle taştan tuğladan çoğu bir katlı evceğizler dolduruyordu. Daha sokakların sınırları bile belli değildi. Yangının alevden dili sanki feylesofun maneviyatına saygı göstererek evini yalayıp yutmamıştı.
Ali Hulki Bey, aralık bulduğu bahçe kapısını itti, içeride bahçe tamiriyle uğraşan üç genç gördü. Vahit, İsneyn, Ali Şeref…
Vahit, bu yabancıya yaklaşarak sordu: “Kimi arıyorsunuz?”
“Feylesof Mualla Efendi’nin evini.”
“Burası.”
“Kendisini görebilir miyim?”
“Görürsünüz.”
Bu sözler olurken, İsneyn ile Ali Şeref de koşarak lafa karıştılar.
İsneyn sordu: “Babamla felsefe üzerine mi konuşacaksınız? Yoksa siz de maymun bahsinin kuvvetli düşmanlarından biri misiniz?”
“Mesele, dolayısıyla bu bahse ait ise de ben teorinin küskütük mutaassıp karşı gelenlerinden değilim. Bu yüzden babanıza karşı kabaran cahilce düşmanlıklardan onu korumak için bazı hatırlatmalarda bulunmaya geldim.”
Ali Şeref: “Teşekkür ederim beyefendi, feylesof babamızla görüşmezden evvel işin ne olduğunu lütfen biraz bize de anlatmaz mısınız?”
“Anlatabilirim. Benimkisi bir nevi hafiyelik olacak, ama hayır tarafından, feylesofun selameti için bir hafiyelik. Bu semtte eski şeyhülislamlardan Gıyasettin Efendi isminde bir zatın konağı var mıdır?”
Vahit: “Vardır.”
Ali Hulki Bey: “Görüşmek için babanız bazı geceler o zatın yanına gider mi?”
İsneyn: “Gider. Pek sevişirler. Birbirleriyle uzun uzadıya konuşurlar.”
Ali Hulki Bey: “Gece yalnız başına mı gider? Yoksa sizlerden biriniz ona katılır mısınız?”
Vahit: “Yalnız başına gider. Çünkü konak şuracıkta, yakındır.”
Ali Hulki Bey: “Bu kısa gece yolculuğunda babanızı taşlayacaklar.”
Ali Şeref: “Kimler?”
Ali Hulki Bey: “Maymunluk teorisinden babanıza diş bileyen iki muhalif yobaz eskisi…”
Vahit: “O hâlde?”
Ali Hulki Bey: “Feylesofu gece yalnız sokağa çıkmaya bırakmayınız. Kendisine ehemmiyetle bunu anlatacağım.”
Ali Hulki Bey gençlerle böyle görüşürken Feylesof Mualla Efendi evin bahçeye açılan kapısından gözüktü. Vahit ona seslendi: “Baba buraya geliniz, buraya geliniz. Sabahleyin size verilecek büyük bir haber var.”
Feylesof gülerek: “Ben de şimdi tuhaf bir mektup aldım. Maymunlar Orta Afrika’da bir hükûmet kurmuşlar. Beni kral yapmışlar. Hemen krallığımın başına geçmek için acele çağırıyorlarmış. Oradaki orangutanlardan birini sadrazam tayin ederek, kabine kurmasını teklif edecekmişim.”
Feylesofun bu haberine Vahit el çırparak cevap verdi: “Fena değil baba, feylesof yaşamaktan ise orangutanlara padişah olmak büyük bir talihliliktir.”
İsneyn: “Baba bizi de beraber götür. Elbette ehemmiyetli memurluklara kayırırsın.”
Vahit: “Baba, ben maliye nazırı olmak isterim.”
İsneyn: “Çok banana yemek için ben de iktisat nazırlığını rica edeceğim.”
Ali Şeref: “İngilizlere, Fransızlara diplomasideki becerikliliğimi tanıtmak için ben de hariciye nazırlığını isterim.”
Feylesof: “Bu isteklerinizin kabulü maymunları çok öfkelendirir. İşi alır almaz Enver Paşa gibi soyunu sopunu yerleştirdi derler. Ben bu alaturka usulün taraflısı değilim. Daha maymunların tahtına oturmadan beni haksızlığa, idaresizliğe sürüklemeyiniz. Fena öğütlerden kaçarak adaletli bir hükümdar olmak isterim.”
Vahit: “Baba, mektubun alayına kanıp da hükümdarlığa pek inanmayınız.”
Feylesof: “Ne diyorsun Vahit, ben Mussolini ve Hitler’den evvel maymun tebaamı sosyal refaha erdireceğimden eminim.”
İsneyn: “Babacığım, tahtına oturmazdan önce buraya geliniz de sizin için hazırlanmış taşlanma ve dayak faslını dinleyiniz.”
13
Feylesof arkasında boy entarisi, parmak dikişli hırkasıyla geldi ve çıplak ayaklarındaki takunyaları sürüyerek bahçeye toplanmış dört kişilik gruba yaklaştı. Tarak görmeyen tuz biber karışmış başıyla misafiri selamlayarak: “Sefa geldiniz beyefendi. Sabahleyin bu dayak müjdesini getiren siz misiniz?”
Ali Hulki Bey: “Affedersiniz, müjde değil efendim, tehlikeyi haber verme…”
Feylesof: “Mesele, kalem kavgasından sopa muhabbetine mi döndü?”
Ali Hulki Bey: “Münakaşada aciz kalan taassubun başka marifeti var mıdır? Mutaassıplar evvelden kendi düşüncelerinden ayrılanları döverler, türlü işkencelerle öldürürlerdi. Şimdi kendileri dövülüp, birçok memleketlerden kovuluyorlar.”
Feylesof, misafirini kuyu başına büyük dutun gölgesi altına götürdü. İskemlelere oturdular.
“İşte bizim buzdolabımız da budur.” diyerek kuyuda soğumuş yemişlerden ikram etti. Kahveler ısmarladı. Hazretin bir de kristal nargilesi vardı, onu da ateşledi. Konuşmaya koyuldular. Marpucun ucunu dudağının köşesine sokup çıkararak başladı:
“Bana ‘feylesof’ diyorlar. Bu büyük unvan bizde pek ucuz alınıp satılır. Benden evvel de bu memlekette böyle lakaplanmış kimseler vardı. Kendilerini idareden aciz bu adamlar âleme akıl dersleri verirlerdi. Bugün her yerde feylesofluğun bolluğu olduğu hâlde, adamakıllı halledilmiş bir felsefe meselesi de yok gibidir. Felsefenin ilk işi, yerde ve gökte Allah’ı aramaktır. Yüzyıllardan beri aradı durdu. Bir şey bulamayınca, Halik’in tahtını boş bırakmamak için yine eskiden bulunmuş Allah’ı o makama oturtmak zorunda kalır gibi bir güçlüğe düştü.”
Ah Hulki Bey: “İnsanlardaki bu garip hâl nedir? Mutlaka bir Yaradan’a ibadet duygusuyla yanıp tutuşuyorlar. En aklı almaz, en cahil vahşiler