İnsanlar Maymun muydu?. Hüseyin Rahmi Gürpınar
feylesofun kızını alsınlar. Oğullarına kız versinler.”
Şerif Efendi: “Soysuzların evlenmelerini önlemek hakkında kanun yapılacağı için bir söz vardı. Hükûmete haber vermeli. Yanılarak kimse bu soysuzlara karışmasın. Bu maymunluk vebası, o uğursuz aile arasında sönsün kalsın.”
Salih Efendi: “Remzi Bey’in oğlu Şevket bu kitaptan bir tane almış.”
Nuri Bey: “Fiyatı?”
Salih Efendi: “150 kuruşmuş.”
Şerif Efendi: “Hey kuzum, herif insanları bedava maymun yapmıyor. Bu yüzden para kırıyor.”
Osman Efendi: “Kitap çok satılıyor muymuş?”
Salih Efendi: “Ekmek peynir gibi… Haşa sümme haşa. İçinde, Âdem Baba’mızın kuyruklu resmi varmış… Herkes onu görmeyi merak ediyormuş.”
Feylesof için böyle dedikodu kazanı kaynatılırken sokaktan Vahit geçiyordu.
Şerif Efendi: “Bakınız, bakınız, ihtiyar maymunun büyük oğlu karşıdan geçiyor.”
Osman Efendi: “Bu delikanlı için sünnetsiz derler.”
Şerif Efendi: “Derler değil, hakikat böyle…”
Salih Efendi, kahveci çırağına seslenerek: “Mahmut, şu kabukluya bir söz at…”
Mehmet, kahve kapısından dışarıya uğrayarak bağırır: “Vahit… Vahit…”
Vahit aldırmaz, yoluna gider. Mehmet birkaç adım ilerleyerek sesini yükseltir: “Vahit, seni çingeneler arıyorlardı.”
Vahit yine aldırmaz, yoluna gider.
Şerif Efendi onun yerine cevap verir: “Çingeneler Vahit’i ne yapacaklarmış?”
Mehmet, bir kahkahadan sonra: “Malum ya, çingeneler maymunu ne yaparlar?”
Osman Efendi: “Tef çalıp, oynatırlar…”
Mehmet, kahve müşterilerinin kışkırtmasıyla daha çirkin sözlerle arsızlanır. Fakat Vahit işitmemezlikten gelerek hiç aldırmaz, yürür gider.
Salih Efendi: “Yazık sana Mehmet, kızdıramadın.”
Mehmet: “Maymun lafla kızar mı? Ona güzel bir dayak atmalı ki, ciyak ciyak bağırsın…”
Şeref Efendi: “İş böyle giderse bir gün o da olur.”
11
Vahit birkaç adım yürüdükten sonra, Ali Şeref’e rastlar. Bu gürbüz delikanlı, feylesofun kızı Selase’ye tutkun, bunun için de Vahit’in samimi dostudur.
Ali Şeref: “Nen var Vahit? Betin benzin uçmuş.”
Vahit: “Nasıl uçmaz kardeş. Şurada kahvenin karşı sırasından geçiyordum. Bana ağza alınmaz laflar atmaya başladılar. Kahveci oğlanı Mehmet’i bana karşı kışkırtıyorlar. O da bana pis pis ağzını bozuyor. Aldırmadım yürüdüm, ama ığıl ığıl kanım içime aktı. Tıpkı kıs kıs köpek kızıştırır gibi…”
“Yine aldırma. Ben o tayıncının ağzının tadını veririm.”
“Silah taşımaya başladım. Bir gün dayanamayacağım, elimden bir kaza çıkacak…”
“Pöh! Öyle ite karşı silah ne olacak? Avurduna iki yumruk, belinin ortasına üç tekme… İşte bu kadar! Onun pis kanını döküp de başına mesele çıkarmaya ne lüzum var? Hele sen dur, şuradan seyret.”
Ali Şeref, iri adımlarla yürüdü. Kahvenin ortasında dolaşan Mehmet’in suratına, Yaradan’a sığınarak bir patlangaç patlattı, bir de öbür tarafına… Şakırtılar tavanda çınladı. Kahve fincanları titredi. Çırağın iki dudağı arasından, kırmızı bir sicim uzandı.
Kahveci Emin Ağa koşarak bağırdı: “Ne o Şeref Bey, bu kadar gözün önünde çırağımı öldürecek misin?”
“İktiza ederse…”
“Kabahati nedir?”
“Yediği haltı o bilir.”
Şeref tekrar Mehmet’i ensesinden kavrayarak: “Ulan inek, söyle bakayım, kahvenin önünden gelene geçene bir daha o pis dilini uzatacak mısın?”
Mehmet eliyle ağzının kanlarını sile sile ağlayarak: “Şeref Bey tövbe… Vallahi benim kabahatim yok. Bu efendiler ‘Söz at!’ dediler, ben de attım.”
Şeref’te gözler dönmüştü. Oradaki ellilik altmışlık çürük çarık müşterilerden kimse kalkıp da işe karışmaya cesaret edemiyordu.
Ali Şeref, ensesinden Mehmet’i hâlâ, “Söyle bakayım!” diye kuvvetle sarsarken sonunda Salih Efendi: “Bu kadar kişinin gözü önünde bağırta çağırta adam dövmenin kanunca bir cezası olsa gerektir.”
Ali Şeref, Mehmet’i hızla kahvenin ortasına kaktıktan sonra cevap verdi: “Bana uygun gördüğünüz cezadan siz kendinizi hariç tutmayınız. Bu itin şimdi ne dediğini işittiniz ya: ‘Benim kabahatim yok. Bu efendiler söz at dediler, ben de attım…’ Benim için düzeceğiniz iddianameye bu sözü de ilave etmeyi unutmayınız. Bu sersem oğlan, dayak yiyorsa, sizin yüzünüzden yiyor. Ben böyle bir dayağa alet oluyorsam, buna da yine sizin terbiye dışındaki hareketiniz sebep oluyor…”
Kahveciye dönerek devam etti: “Emin Ağa, çırağını böyle bir hayvanlığa kışkırtırlarken sen de: ‘Burası herkese mahsus bir kahvedir. Kimseyi gücendirmek istemem. Mehmet’in ahlakını bozmayınız efendiler.’ dedikten sonra, ‘Ulan sus dilini koparırım şimdi…’ tekdiriyle çırağını da içeri çağırmalıydın. İş bu şekildedir. Şimdi ne isterseniz onu yapınız. Bu mahalle kahveleri artık böyle dedikodulara, dil uzatmalarına, gelen geçenlere sarkıntılık etme rezaletlerine mahal olmaktan kurtarılmalıdır.”
Ali Şeref, oradakilerin suratlarına öfkeli öfkeli birer göz gezdirdikten sonra çıktı gitti.
O zamana kadar tıs duran kahve halkının dilleri yine çözüldü.
Osman Efendi: “Hepimize ağır ders verdi.”
Salih Efendi: “Âdeta attı kantarlıyı gitti. Bir iki laf söylemek istedim. Bana hiç yardım eden olmadı. Niçin sustunuz?”
Murat Efendi: “Bu oğlan futbolcudur, atlettir, boksördür. Daha ne değildir ki, baksanıza aygıra benziyor, içimizde onunla belaya girmeye kalkışabilecek bir babayiğit göremiyorum.”
Şerif Efendi: “Boksör olsun, ne bok soyu olursa olsun, biz bir kahve halkı o edepsizden ders almak zilletine katlanmamalıydık.”
Salih Efendi: “Vaktiyle onun anası Naciye için az lakırtı söylenmedi.”
Osman Efendi: “Bu Ali Şeref’in babasının oğlu olduğuna şüphem vardır doğrusu…”
Şerif Efendi: “Benden de al o kadar…”
Nuri Bey: “Yahu bu genç, bize kahve dedikodusu hakkında epeyce acı bir ders verdi gitti. Bari arkasından yarım saat olsun dilimizi tutalım.”
Kahvenin iç musluğunda ağzının kanlarını yıkamaya uğraşan çırak Mehmet oradan bağırarak: “Vay babasının canına, iki ön dişim sallanıyor. Ben ona gösteririm, yarın sabah köşe başında bekleyeyim de…”
Salih Efendi: “Haydi miskin sen de, dayağı yerken maymun gibi titriyordun da şimdi mi pehlivan kesildin?”
Şerif Efendi: “Terbiyesiz, bana onlar öğrettiler diye bizi neden lafa karıştırdın sanki?”
Mehmet: “Birdenbire şaşırdım. Şimdi