Evrensellik Mitosu. Doğan Özlem
toplumsal/yapay olanı nitelendirmekte kullanılmasının 18. yüzyılın başlarına kadar devam ettiği görülür. Bu anlamda naturalis-positivus ayrımı, Grekçede physei (fiziksel) – legei (yapay, vazedilmiş) ayrımının Latince ifadesidir.
Teolojide
Bir teoloji terimi olarak “positivus”a, ilk kez Marius Mercator’un (MS 6. yüzyıl) yazılarında rastlanır. Mercator, İsa’da iki doğa ve tek kişi olduğunu öğreten Nestorius’un bir muhalifidir ve İsa’nın tanrısal ve insani gerçekliğini tartışırken, İsa’nın insani gerçekliğini “positivum secundum” (ikinci hal, ikincil vazedilmişlik) olarak nitelendirir. Bu demektir ki İsa, Tanrı’nın kendisini sonradan ve ikincil bir şekilde ortaya koyması, vazetmesi, pozitive etmesidir.
“Positivus” terimi, teoloji içinde, özellikle 18. ve 19. yüzyıllarda yukarıdaki anlamından farklı olarak bizzat teoloji tiplerini adlandırırken başvurulan bir terim olmuştur. Bu yüzyıllar “teologica scolastica”ya (skolastik teoloji) karşı “teologica positiva”nın (pozitif teoloji) öne çıktığı yüzyıllardır. Protestan teolog Du Cange, 1883’te pozitif teolojiyi şöyle tanımlamıştır: “Pozitif teoloji, skolastik teolojinin dolambaçlı yollarından ve kaçamak, bulanık sözlerinden arınmış olan teolojidir.” Katolik teoloji tarihinde ise, skolastik teoloji ve pozitif teoloji ayrımı daha Ignatius de Loyola’da yapılmış bulunuyordu. Pozitif teoloji, kutsal yazıların bilgisini ve tanrısal konuların açıklanmasını “kılı kırk yaran kanıtlamalara başvurmaksızın” hedeflerken; skolastik teoloji, çıkarım ve kanıtlamalar yardımıyla, temel inanç ilkelerinden hareketle Tanrı’ya ve tanrısallığa ilişkin hususların bilgisine ulaşmaya çalışır. Buna göre pozitif teoloji “pozitif” vahiy kaynaklarını, bu demektir ki kutsal metinleri, geleneği ve kilisenin öğretilerini, tam ve doğru şekilde yorumlamayı hedefler. Oysa skolastik teolojinin (bunun gibi, “spekülatif teoloji” ve “dogmatik teoloji”nin) hedefi, akıldan ve felsefeden yardım alarak sistematik bir kavrayışa ve tasvire ulaşmaktır. Protestanlar ve özellikle Baier gibi Lutherciler, Aydınlanma’nın “doğal/akılsal teoloji”sine ve deizmin “doğal din”ine karşı Hıristiyan vahyinin içeriğinin tasvirine yönelmiş bir “theologica revelata” (açınımcı teoloji) peşindedirler. Schleiermacher, 1811’de “positivus” sözcüğünü “speculativus”un karşıtı olarak kullanmış ve teolojinin spekülatif olamayacağını; tersine, onun bir “pozitif bilim” olarak kurulması gerektiğini ileri sürerek, onu “bir pratik ödevin (özellikle bir cemaatin ödevlerinin) yerine getirilmesi için gerektiği kadarıyla, bilimsel ödevlerin mazrufu” saymıştır. (Schleiermacher’in “pozitif bilim”i ile Comte’un pozitivizminin tanımladığı “pozitif bilim” arasında ad benzerliğinden öteye bir bağ olmadığı açıktır.)
Hukukta ve Hukuk Teorisinde
“Ius positivum” terimine, hukuk teorisine ait bir teknik terim olarak erken dönemlerden beri rastlanır. Latinlerin “positivus” diye çevirdikleri Grekçe “thetikos”un bir anlamı da “keyfi”dir (arbitrer). Aristoteles, Politika’sında nomos thetikos’tan, yani “konulmuş, vazedilmiş yasalar”dan söz eder. İnsanlar doğaları gereği (natural) evlat sahibi olurlar. Fakat bunun başkalarınca da tanınması, evladın bir hukuksal ve toplumsal kimlik kazanması gerekir. Aksi halde, ailesel ve toplumsal düzenin sürekliliği tehlikeye girer. İşte, evlat olma halinin tescili ve tanınması (Adoption), insan düşüncesi ve eliyle ortaya konulmuş (thesei, vazedilmiş) yasaları, “pozitif” yasaları gerektirir. Maurus, Aristoteles’in nomos thetikos’unu Latinceye “leges positivas” olarak çevirmiştir. Bununla birlikte, bu konuda Calcidius’un (MS 400) yaptığı ayrım belirleyici olmuştur. Calcidius, “iustitia positiva” (konulmuş, yapay, vazedilmiş yasalar) ile “iustitia naturalis” (doğa yasaları) ayrımı yapmıştır. Ona göre “iustitia positiva” devleti ilgilendirir; sadece devlet yapay yoldan yasa yapabilir. Buna karşılık “iustitia divina”, Tanrı’nın koyduğu yasaları ifade eder ve Hıristiyan doğal hukuk geleneğinin en önemli terimlerinden biridir. Böylece “iustitia” iki kaynaklı hale gelir. Kilise “iustitia divina”ya dayanmak isterken; devletler “iustitia positiva”yı öne çıkarmak isterler. Bu ikisi arasındaki bağ sorunu, Hıristiyan teolojisinin bir mirası olarak, Batı felsefesindeki “doğal hukuk” ve “pozitif hukuk” ayrımını da içerecek şekilde, günümüze kadar işlenegelir.
Platon’un Timaos diyaloğu, “doğal hukuk” ve “pozitif hukuk” tartışmalarında en çok gönderme yapılan eserlerden biridir. 12. yüzyılın ilk yarısında Platoncu felsefenin en önemli merkezi olan Chartres Katedrali’nde faaliyet gösteren Chartres Okulu’nun temsilcilerinde, değişik açılardan Calcidius’a ve onun yapmış olduğu ayrıma bağlı kalındığı görülür. Aynı dönemde Hugo, “iustitia naturalis” ve “iustitia positiva” ayrımı üzerinde yoğunlukla durur ve insanın bir etkisi ve katkısı olmadan var olan “iustitua naturalis”e karşılık, “iustitia positiva”nın bir “nascendo”, yani insan düşüncesi, emeği ve katkısıyla meydana getirilmiş, yaratılmış bir şey olduğunu belirtir. “Iustitia naturalis” bir doğal durumdur; buna karşılık “iustitia divina” ve bağlı olarak doğal hukuk, insanın bir ürünü değildir. 12. yüzyılın ortalarında Wilhelm von Conches, “pozitif hukuk” ile “doğal hukuk”u açık bir şekilde karşı karşıya koyar. O şöyle der: “Hukuk ya pozitif ya da doğaldır. Ve muhakkak ki, pozitif hukuk, örneğin haydutların idam edilmesine ilişkin olarak yasa yapmakta olduğu gibi, insanlar tarafından bulunmuş bir şeydir. Buna karşılık doğal hukuk, insanlar tarafından bulunmuş bir şey değildir; örneğin ana baba sevgisi ve benzeri haller, zaten doğal olarak vardır, doğal olarak yaşanırlar.” Buna göre pozitif hukuk, “bulunmuş” (erfunden), “konulmuş” (gesetzt), “herkes için yapay yoldan geçerli olacak şekilde buyrulmuş” (erlassen) yasaları içerir. Pozitif hukuk yasaları, tam da bu bulunmuşluk ve konulmuşluklarından (lex, legere, legal) ötürü “ius” ve “lex” olarak anılabilirler. Wilhelm, felsefe alanlarını ayırırken de pozitif hukuku (positive iusticie) etiğin bir alt dalı olarak hukuk öğretisinin kapsamında gösterir. Wilhelm’den sonra “ius positivum” ve “ius naturale” kavram çifti klasikleşir.
Felsefede (19. ve 20. Yüzyıllar)
19. yüzyıl başlarında “pozitif” ve “pozitivite” sözcüklerinin anlamlarında bir değişme olur. Özellikle gençlik yıllarında teolojik düşünme tarzı içerisinde eserlerini vermiş olan Hegel, bu sözcüklere yeni anlamlar yükler. O önce sözcüklerin geleneksel anlamlarıyla işe başlar ve özellikle lise öğretmenliği yaptığı dönemde “doğal hukuk” ve “pozitif hukuk” arasındaki karşıtlığı Hıristiyan teolojisi zemininde işler. Hegel, bu sıralarda Hıristiyan dininin “pozitivite”sinin eleştirisine yönelmiştir ve “pozitivite”yi, gramatik olarak yalın hal (substantivus) olarak kullanmakta ve Hıristiyan dininin o anki durumunu belirtmek için “Hıristiyanlığın pozitivitesi” terimine başvurmaktadır. Ona göre, kendi çağında Hıristiyanlık yasalarının içi boşalmış, onlar sadece biçim olarak kalmışlardır. Hegel’e göre “pozitifleşme”, bir öğretinin, özelikle Hıristiyan öğretisinin dogmatikleştirilmesi anlamına gelir. “Pozitivite”, ahlaksal öznenin otonomisinin kaybolduğu, Tanrı iradesinin insan iradesinden aşkınlaştırıldığı, sert ve ölü bir nesnelliğin, ahlaksallığı tehdit eden bir legalitenin ve sıradanlığın her şeye hâkim olduğu bir durumdur. “Pozitivite, doğada sonsuz ayrışmanın olduğu yerdedir.” Pozitivite, heteronomi ile aynı şeydir; onda aklın içkinliği tanınmaz, bilinmez.
Gerçi Hegel “pozitif” ve “pozitivite” terimlerine teolojideki geleneksel anlamlarının ötesinde yeni ve felsefi anlamlar yüklemekle, bunların birer felsefe terimi