Usta ile Margarita. Bulgakov Mihail
tepesinden buzlu bira bardaklarını taşıyorlardı. Nereden geldiği belirsiz bir ses megafonla, “Şaşlık karski biiir!” diyordu. “Zubrovka votkası, ikiiiii! Bir de işkembe çorbası!” Cılız ses şarkı söylemiyor, “Haleluya!” diye haykırıyordu artık. Arada bir bulaşıkçıların eğimli tahtanın üzerinden mutfağa aktardıkları tabak çanak şangırtısı orkestranın altın sarısı zillerinin gürültüsünü bastırıyordu. Ortalık tek kelimeyle cehenneme dönmüştü.
Tam gece yarısı, bir cehennem görüntüsüne tanık oldu lokantadakiler. Taraçada, frak giymiş yakışıklı bir adam belirdi birden. Kara gözlü, hançer gibi sivri sakallı adam etki alanını soylu bir havayla süzdü. Bazı mistikler, bu adamın bir zamanlar frak giymediğini, beline doladığı kalın deri kemerden iki tabanca kabzasının göründüğünü, kuzguni saçlarını kırmızı ipekten bir mendille sardığını, komutasındaki geminin, kurukafalı uğursuz bayrağı dalgalandırarak Karayip Denizi’nde gezdiğini söylerler.
Yok yok, hayır! Yalan söylüyor baştan çıkarıcı, hayalci kişiler, yeryüzünde bir Karayip Denizi yok, hiçbir gözü kanlı korsan bu denizde gezmez, savaş gemileri onu kovalamaz, denizin dalgalarına barut dumanları yayılmaz. Bir şey yok, olmadı hiç böyle şey! Kurumaya yüz tutan ıhlamurlar, demir parmaklıklar ve ardında da bulvar… İşte olup olacağı bu kadar. Bir kâsede eriyen buz, komşu masada birinin, kan çanağına dönmüş manda gözleri, bütün bunlar korkunç, korkunç! Ey Tanrım, Tanrım, zehir istiyorum, bana zehir verin!
Ansızın masaların birinden, “Berlioz!” adı yükseliverdi. Müzik sesi önce çarpıldı, sonra kesildi. Sanki biri, bir yumrukta susturuvermişti müziği. “Ne, ne, ne, ne?” Berlioz!” Herkes sağa sola koşmaya, “Ah, oh!” çekmeye koyuldu.
Kesinlikle, Mihail Aleksandroviç’in korkunç ölüm haberi bir üzüntü dalgası gibi yayıldı ortalığa. Birinin yerinde hoplayıp zıpladığı, çırpındığı, hemen, oracıkta ortak bir telgraf yazıp bir dakika bile kaybetmeden göndermeyi önerdiği görüldü.
“İyi ama ne telgrafı?” diye sorsak, nereye gönderilecek bu telgraf? Neden gönderilecek üstelik? Bir de kime çekilecek? Adamın ezilmiş kafatası bir anatomi uzmanının kauçuk eldivenli parmakları arasındaysa, bir profesör de kıvrık uçlu iğnesini boyun derisine batırıp dikiyorsa, bir telgrafın ne gibi bir yararı dokunabilir? O öldü, hiçbir telgrafın gereği yok artık. Her şey bitti, telgraf hatlarını meşgul etmek yararsız.
Evet, o öldü. Öldü… Ama biz, yaşıyoruz biz!
Evet bir acı dalgası ortalığı kapladı, yükseldi, bir süre dorukta durdu… Sonra düştü, herkes masasına dönmeye ve –önce gizlice, sonra açıkça– bir duble içip yemeğini atıştırmaya koyuldu. Côteless de volaille20 bırakılır mıydı hiç? Mihail Aleksandroviç’e nasıl yararlı olabiliriz? Aç kalarak mı? Her şey bir yana, biz yaşıyoruz ama!
Tabii, piyano kilitlendi, müzisyenler enstrümanlarını toplayıp gittiler, birkaç gazeteci, ölüm haberini gazetelerine bildirmeye koştular. Jeldıbin’in morgdan döndüğü duyuldu sonra. Yukarıya, ölenin çalışma odasına yerleşti; Berlioz’un yerine MASSOLİT’in başına geçeceği duyuldu ardından da. Jeldıbin, lokantadaki on iki yönetim kurulu üyesini çağırttı; Berlioz’un odasında toplanıp acele görüşülmesi gereken konular, Griboyedov’un sütunlu salonunun cenaze için nasıl süsleneceği, cesedin morgdan buraya nasıl getirileceği, cenazenin ziyaretçilere gösterileceği katafalkın nasıl hazırlanacağı gibi üzücü olayla ilgili bütün sorunlar tartışıldı.
Bu arada lokantada alışılmış gece hayatı sürüyordu. Kapanış saati olan dörde kadar da sürecekti; ama lokantadakilerde Berlioz’un ölüm haberinden daha büyük şaşkınlık yaratan olağanüstü bir olay yaşandı.
Önce, Griboyedov’un önünde duran arabacılar heyecanlandılar. Biri, oturduğu yerden doğrulup seslendi:
“Heeeey! Şuna bakın!”
Bu haykırışın ardından, nereden çıktığı anlaşılamayan titrek bir ışık parmaklıkların dibinden fışkırıverdi, hemencecik taraçaya yaklaştı. Olup biteni iyice görebilmek için herkes yerinden kalkmaya başlamıştı. O ara, titrek ışıkla birlikte bir beyaz hayaletin de lokantaya doğru ilerlediği görüldü. Hayalet çardağa vardığında herkes ucunda bir parça mersinbalığı olan çatalları havada, gözleri fal taşı gibi dondu kaldı. O sıra sigara içmek amacıyla bahçeye çıkan kapıcı, sigarasını atıp hayaletin lokantaya girişine engel olmak amacıyla kapıya koştu. Ama nedendir bilinmez, görevini yapmadı: Olduğu yerde durup aptal aptal gülmeye koyuldu.
Hayalet, çardağın girişini geçip güçlük çekmeden içeri girdi. Ve herkes bunun bir hayalet değil, ünlü şair İvan Nikolayeviç Biezdomni olduğunu gördü.
Ayakları çıplaktı, üzerindeki yırtık pırtık kirli beyaz tolstovka’sına pek bilinmeyen bir azizin resmi iğnelenmişti, beyaz çizgili bir içdonu vardı. İvan Nikolayeviç’in elinde, uzun bir kilise mumu yanıyordu. Sağ yanağında taze bir yara izi… Bütün taraçaya birden çöküveren derin sessizliği hayal edebilmek mümkün değil. Tepsisi yana eğilmiş, biranın döküldüğünü bile fark etmeyen bir garson, olduğu yere çakılıp kalmıştı.
Şair, elindeki mumu başının üstüne kaldırıp yüksek sesle, “Size selam olsun kardeşlerim!” dedi. Sonra en yakın masanın altına bakıp büyük bir keder içinde, “Hayır! Burada da değil!” diye bağırdı.
O an iki ses duyuldu. İlki, bas bir sesti, amansızca, “Çok açık,” dedi. “Çok fazla alkol almaktan cinnet geçirmiş.”
Dehşete düşmüş bir kadına ait olan ikincisi, “Polis onun sokakta bu kılıkta gezmesine nasıl göz yumdu acaba?” dedi.
Söylenenleri duyan İvan Nikolayeviç, “Bir Skatertniy Sokağı’nda, bir de Bronnaya Sokağı’nda iki kez durdurmaya kalktılar. Ama bir tahta perdenin üstünden atladım ve gördüğünüz gibi yanağım sıyrıldı.”
Bu sözlerin ardından İvan Nikolayeviç, mumunu kaldırıp haykırdı:
“Edebiyatçı kardeşlerim!” –Boğuk sesi sertleşti, ateşli bir havaya büründü.– “Hepiniz beni dinleyin! O geldi! Hemen yakalayın onu, yoksa başımıza umulmadık belalar açabilir!”
“Ne? Ne? Ne diyor? Kim gelmiş?” diye soruldu sağdan soldan.
“Danışman geldi,” dedi İvan. “Bu danışman, Patriarşiye Göleti Parkı’nda Mişa Berlioz’u öldürdü.”
O sırada salonlardan bir sürü adam çıktı; büyük bir kalabalık İvan’ın mumunun çevresinde toplandı. İvan Nikolayeviç’in kulağının dibinde, sakin, saygılı bir ses, “Özür dilerim,” dedi, “biraz daha açık konuşsanız! Ne demek ‘öldürdü’? Kim öldürdü?”
İvan soruyu soranı bakışlarıyla aradı.
“Yabancı danışman,” dedi, “hem de Profesör, üstelik düşman casusu da!”
“Adı ne?”
İvan, umutsuzlukla haykırdı:
“Evet, adını soruyorsunuz! Adını bilebilsem! Kartvizitinin üstünde adını göremedim ki… Yalnız ilk harfini hatırlıyorum: W, adının ilk harfi W.” İvan, başını elleri arasına alıp birden, kendi kendine mırıldanmaya koyuldu: “W ile başlayan ne gibi bir adı olabilir insanın? We, We, We, Wa… Wo… Wachner? Wagner? Wainer? Wegner? Winter?” O kadar büyük çaba harcıyordu ki, saçları bile kafasında oynamaya başladı.
“Woulf mu?” dedi acıyla bir kadın, hiç yeri değilken.
İvan, kıpkırmızı kesildi. Bakışlarıyla kadını